Ünlü iktisatçı Samuelson’a atfedilen “iktisat, sosyal bilimlerin kraliçesidir” sözü, her ne kadar iktisadın sosyal bilimlerdeki önemine vurgu olarak anlaşılsa da esasen iktisadın disiplinler arası rolünü anlamak açısından önem arz ediyor. İktisadın bir düşünme biçimi olarak merkeze oturduğu bir anlayışta, bir iktisatçının da gerek iktisadın bütün alt disiplinlerinde gerekse hukuk, siyaset bilimi, şehirleşme, mimari, endüstri vb. birçok alan için farklı ve çözüm üretebilir zeminde önerilerinin ortaya konulabilmesi mümkün. İktisadın merkezde yer aldığı eleştirel ve çözüm odaklı düşünme biçimi ise yalnızca ve sadece bir lisans diploması ile elde edilemeyecek kadar zahmetli bir çalışmanın sonucu kazanılabilir.
Türkiye’nin en büyük meselelerinden birisi olarak ortaya konulan “liyakatin” ne olduğunu tam olarak anlayamayışımızdan kaynaklı toplum olarak bütün meseleleri “diplomalara” indirgeyen bir bakış açısına sahip durumdayız. Bu yanlış bakış açısı da “diploma enflasyonuna” sebep olan lisans diplomalı ama eksik eğitimli bir “ordu” yetiştiren eğitim sisteminde, “yetkin” ve “uzman” kişinin ilk bakışta ayırt edilmesini engelliyor. Bunun yanı sıra, iktisatçının “nasıl düşünmesi” ve “ne şekilde çözüm üretmesi” gerektiği hususunda mutabakatın olmamasına da sebep oluyor. Örneğin; çok değerli ve yetiştirmesi çok zor olan “iktisatçı”, ülkemizde açıköğretim fakültelerinde bile yetişen (!) yüzbinlerce iktisatçıdan birisi olarak büyük bir gürültünün içinde kayboluyor. Dahası, belki milyonlarca kişinin elinde bulunan “iktisat” diploması ve kamuoyunda iktisadın yalnızca finans ve makroekonomik göstergelerden ibaret algısı, iktisatçının ülkenin sorunlarına çözüm önerileri getirmesini yahut çözüm önerileri ortaya koyan iktisatçının sesinin/sözünün/fikrinin duyulmuyor olması sonucunu doğuruyor. İktisatçının önündeki en büyük engellerden birisini de yine bizim ülkemize has bir durum olan iktisatçının “alet çantasının” boş olması oluşturuyor.
İktisadı sosyal bilimlerin kraliçesi yapan şey, “iktisatçının alet çantası” olan veriyi kullanarak matematik yardımıyla çözüm ortaya koyabilen bir disiplin olması. İktisadın ortaya koyacağı çözüm önerilerini sağlıklı kılacak en önemli unsur ise veri. Eğer veri doğru bir şekilde elde edilemezse ne mesele doğru tanımlanabilir ne de bu veriye dayanarak doğru bir çözüm önerisi ortaya konulması mümkün olur. Dolayısıyla, ülkede iktisatçının “alet çantasını” oluşturan veriyi elde etmek için kurulmuş olan TÜİK’in, malum olduğu üzere, tartışmaya açık ve şeffaf olmayan veri üretmesi, birçok iktisadi analizi, makroekonomik yorumu, geleceğe dair tahminleri hatalı hale getiriyor. İktisatçının tek yapabildiği doğru olduğundan şüphe duyulan bu veri üzerinden “varsaymak” olunca, gerçek ile bağı kopmuş vaziyette, iyi niyetli ama aksak bir çalışma ortaya çıkıyor.
Veri meselesinin iktisatçı açısından önemini anlatmak için Türkiye’de asgari ücretle çalışanların ücretli çalışanlara oranı verisi üzerinden konuşulanın/yorum yapılanın/analiz edilenin/çözüm önerisi sunulanın ne kadar ülke gerçekleriyle bağlantılı olduğunu sorgulayabiliriz. Doğru kurgulanmamış vergi politikaları sebebiyle aslında çok daha fazla emek geliri elde eden avukat, hekim, mühendis gibi beyaz yakalı çalışanlar dahi asgari ücretli gösteriliyor. İşverenlerin daha düşük sigorta primi ve gelir vergisi ödemesini sağlamak için düşük emek geliri gösterilen kişilere ilişkin hakikatle bağlantısı olmayan veriyi kullanarak bir iktisatçının iş ve emek piyasasına dair doğru bir analiz yapabilmesi mümkün görünmüyor. Bu hususta ülkemizde sadece TÜİK değil, alternatif veri kaynaklarının da sağlıklı veri ürettiğini söyleyebilmek kolay değil. Aslında, dijitalleşmenin bir nimet olarak önümüze koyduğu “büyük veri” yi “alet çantasına” ekleyebilsek, iktisatçıların doğru analizler yapmasını sağlamamız mümkün olur. Bu sayede yankı odalarından çıkmış ve aslında radikal bir kesimin -bir mikro kültürün- fikirlerinin ve düşüncelerinin kitleyi temsil etmediğini, buna göre analiz yapılmaması gerektiğini, siyasetin/hukukun/medyanın yankı odalarından dizayn edilmemesi gerektiğini idrak edebiliriz.
Ancak bu yankı odası fenomeni ülkede sadece üzerinde fırtına estirilen konular özelinde değil, bağımsız ve objektif yorum yapması gereken kişiler üzerinde de etkili. “Uzman” ve “yetkin” olan çok az iktisatçı veri karanlığında bastonuyla yolunu bulmaya ve yol göstermeye çalışıyor. Hükümet doğru yapmış olsa bile hükümetin doğru yaptığını söyleyemeyen iktisatçılar ve hükümetin yanlış yaptığını, en ufak bir meselede dahi dile getiremeyen iktisatçılar çoğunluğu oluşturuyor. Hal böyle olunca, ülkeyi yöneten mevcut iktidarın ve ülkeyi yönetmeye talip iktidar adaylarının etrafında kamplara ayrılmış, ayrıldığı kampa göre konuşan/susan, kitlenin meselesini konuşmak/çözmek yerine yakın bulunduğu kampı veya küçük bir azınlığı gücendirmemek için yahut o küçük azınlığın/kendisini bağlı hissettiği kampın çıkarlarını kitlenin çıkarıymış gibi anlatan iktisatçılar zuhur ediyor.
“Atanamayan eğitim fakültesi mezunu” meselesini, “sokak köpeği” sorununu, “kira artışına getirilen narh” problemini serbest piyasa koşulları ile analiz etmek ve çözüm önerileri sunmak; en başta sosyal medyada toplumsal linçin kapısını aralıyor. Haliyle, fikirlerini ifade etmek isteyen iktisatçı toplumun öncelikli meselelerinde ya susmayı ya da bütün diğer iktisatçılar gibi ve onlar kadar konuşmayı tercih ediyor. Herhangi bir kampın tepkisini ve öfkesini çekmemek için veya herhangi bir grubun hoşuna gitmeyebilecek şeyler söylememek için suya sabuna dokunmayarak ve diğer iktisatçıların konuştuklarını tekrar ederek “güvenli liman”da kalıyor.
Hem iktisatta hem de diğer disiplinlerde veri karanlığının toplum için oluşturduğu risk politik karar alıcıların düşündüğünün hayli ötesinde. Bu bakımdan şahıslar için “görece” güvenli olan limanın toplumun geneli için tekinsiz bir liman olduğu çok açık.