Şiddetle mücadelenin Türkiye’de ve dünyada şiddet olaylarının artışıyla birlikte ve konjonktürel olarak gündeme geldiği görülüyor. Her ne kadar Anayasa’nın 17. maddesiyle beden dokunulmazlığı hakkı teminat altına alındıysa da bu hakkın ihlali konusunda Türkiye’nin karnesinin istenildiği kadar iyi olmadığını ortaya koymak gerekir. Şiddet toplumun her kesiminde, ev içinde, cinsiyetler arasında, çalışma alanlarında, yaşlılara, çocuklara, hayvanlara ve toplumun tüm kesimlerine karşı önemli ve yaygın bir tehdit vasfı taşımaya devam ediyor. Bu sorunun ulaştığı boyutlara bakıldığında küresel ölçekte de istenilen noktaya gelinemediği görülüyor.
Esasen şiddetsizliğin öneminin tespiti, uluslararası kamuoyu açısından çoktan aşılmış bir sorun. Her bir insanın ve her devletin en temel meselesi olduğu görülen gayrimeşru şiddetin önlenmesi veya bir başka ifadesiyle “şiddetsizliğin sağlanması” meselesinin insanlığın ortak sorunu olduğunda uluslararası bir mutabakat sağlandı. Nitekim Birleşmiş Milletler’in 27 Haziran 2007 tarihli Genel Kurul toplantısında, her yılın 2 Ekim gününün Dünya Şiddetsizlik Günü ilan edilmesi bu sayede mümkün oldu. Birleşmiş Milletler’in Dünya Şiddetsizlik Günü için Gandhi’nin doğum gününün seçilmesi anlamlı.
Her sorunun çözümü için sorunun büyüklüğünün tespiti en önemli aşamalardan birisidir. Öyleyse insanlığın şiddet karnesinin incelenmesi sorunun çözümüne giden yolda iyi bir başlangıç olacaktır. Institute for Economics & Peace’in 2024 yılı Küresel Barış Endeksi’ne (Global Peace Index 2024) göre[1] son 16 yılda 12. defa olmak üzere dünya bir önceki yıla göre daha az barışçıl olmuş durumda. Her ne kadar endeks, münhasıran şiddetsizlik konusunu ele almıyor olsa da, İndeks hazırlanırken 163 ülkenin ve dünya nüfusunun %99,7’sinin çalışmaya dahil edildiği dikkate alındığında elde edilen verinin bir gösterge olarak kabulünün mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin tahminlerine göre dünya ortalamasında 100.000 kişi başına cinayet sayısı 2010 yılı için 6,9 [2], 2012 yılı için 6,2[3], 2017 yılı için 6,1[4], 2021 yılı için 5,8’dir[5]. Görüldüğü üzere küresel cinayet sayılarında, 2 Ekim’in Dünya Şiddetsizlik Günü ilan edilmesini takip eden 10 yıl içinde ancak 100.000’de 1 civarında bir iyileşme sağlanabilmiştir. Aynı dönemde Birleşmiş Milletler verilerine göre insani gelişmişlik endeksinde %4’ü aşan bir iyileşme olduğu[6] dikkate alındığında şiddetle mücadelede küresel bir başarısızlıktan söz edilebilir. Görülmektedir ki insani gelişmişlikteki belirgin artış, şiddetle mücadeleye yansımamıştır.
Buna karşılık ülkemiz küresel trende kıyasla olumsuz bir tablo çizmektedir. TÜİK’in suç tiplerine göre hükümlü sayısına ilişkin 2011-2020 dönemini kapsayan verileri incelendiğinde toplam hükümlü ve şiddet suçlarından hükümlülerin oranında artış yaşandığı görülmektedir. Söz konusu dönemde toplam hükümlü olanların sayısı 80.096’dan 258.401’e çıkmıştır. Hükümlü sayısı ilgili senelerin Türkiye nüfusuna oranlandığında, 2011 senesinde %0,11 olan hükümlü oranının %0,31’e çıktığı görülmektedir. Hükümlü sayıları şiddet suçları özelinde incelendiğinde yine artış olduğu gözlenmektedir. Şiddet suçlarından[7] hükümlü olanların sayısı 2011 senesinde 17.222 iken 2020 yılında 71.885’e çıkmıştır. Söz konusu rakamlar ışığında, toplam hükümlüler içerisinde şiddet suçlarından hükümlü olanların oranı 2011 senesinde %21.5’ten 2020 senesinde %27,8’e çıkmıştır. Şiddet suçlarından hükümlü olanların aynı dönemde toplam nüfusa oranı da %0,02’den %0,09’a çıkmıştır. Bununla beraber, şiddet suçları bakımından gelişmiş ülkelerle mukayese edildiğinde Türkiye, Avrupa’nın en yüksek 9. cinayet oranına sahip. Kadına karşı şiddet oranlarında ise Avrupa ve OECD birincisi. Umut Vakfı’nın hazırlamış olduğu Türkiye Silahlı Şiddet Haritası-2023’e göre Türkiye’de silahlı şiddet olayı yaşanmayan il bulunmuyor[8].
Somut veriler şiddetle mücadelede istenen başarıya ulaşılamadığını gösteriyor. Peki her nasılsa bir kere gerçekleşmiş olan şiddet vakalarına karşı caydırıcı tedbirler alınabiliyor mu? Ne yazık ki Türkiye’nin adalet teşkilatını bu amaca ulaşmak için etkili şekilde kullandığını söylemek mümkün değil. 2023 yılında Türkiye’de sadece temyiz yargılamaları ortalama olarak hukuk dairelerinde 221 gün, ceza dairelerinde ise 455 gün sürdü. Uzun yargılama süreleri öyle bir hal almış durumda ki uzun yargılama sürelerinin sebep olduğu hak ihlali yükünün altından kalkamayan ve hak ihlaline bir çözüm üretemeyen (ve esasında çözüm üretmekle görevli de olmayan) Anayasa Mahkemesi, adil yargılanma hakkının makul sürelerin aşımı sebebiyle gerçekleşen hak ihlali iddiasıyla yapılan başvuruların önünü vermiş olduğu karar ile kesmek zorunda kaldı[9]. Üstelik Türkiye’de adil yargılanma hakkının ihlali ne yazık ki sadece yargılama sürelerinin uzunluğu sebebiyle söz konusu olmuyor. 2023 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhine yapılan başvuruların yaklaşık %22’sinde çeşitli nedenlerle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine hükmedildi[10].
Öte yandan Türkiye’nin Avrupa ülkeleri arasında en kalabalık ikinci ceza ve tutukevi nüfusuna sahip olduğu görülüyor[11]. Ne tesadüf ki bu veride Türkiye’nin önündeki tek ülke, AİHM kararlarında da Türkiye’den fazla mahkûm edilen tek ülke olan Rusya.
Hal böyle olunca toplumun yargıya duyduğu güvenin fevkalade azalması kaçınılmaz hale geliyor. Nitekim yapılan araştırmalar, adalet mekanizmasının iyi işlememesinin adalete güveni azalttığını, adalete başvuruların bu sebeple azaldığını gösteriyor[12]. Bu düşüşün, suç oranlarını arttırdığını tahmin etmek hiç de zor değil.
Tüm bu başarısızlık manzarasına elektrik, su gibi bir takım kamu hizmetlerinin aksaması gibi bakmak mümkün değil. Bu noktada devletin var oluşuna dair teorilere göz atmak faydalı olacaktır. Genel devlet teorilerinde, doğa halinde insanların sahip olduğu bir takım “haklar” olduğu varsayılır. İnsanlığın başlangıcında, diğer insanlara karşı yükümlülüğü olmayan insanın özgür halde olduğu kabul edilmektedir. Tarihsel süreç içinde, diğer insanlarla dayanışma ihtiyacı duyan insanların bu özgürlüklerinden belli ölçüde feragat ettikleri, karşılığında toplumdan ve devletten güvenlik sağlama güvencesi elde ettikleri düşüncesi toplum sözleşmesi teorilerini ortaya çıkartmıştır. Siyaset felsefesinin temel sorunlarından birisine verilen yanıtlar içinde en büyük uzlaşıyı sağlayan teori olan toplum sözleşmesi teorisi, devlet iktidarının meşruiyeti sorununu demokratik uzlaşı unsuruna dayanarak çözmektedir. Buna göre insanlar, güvenlik başta olmak üzere temel ihtiyaçlarının karşılanması karşılığında devletin iktidarını, bir diğer ifadesiyle güç kullanma yetkisini meşru kabul etmektedir.
Weber; devleti, belli sınırlar içerisinde şiddet kullanımı tekelini elinde bulunduran ve bu şiddeti meşru görülen siyasal yapı olarak tanımlar. Bu tanımın mefhum-u muhalifinden devlet veya onun yetkilendirdiği aktörlerin güç kullanımı dışındaki tüm güç kullanımlarının gayrimeşru görüldüğü sonucuna varılmaktadır. Öyleyse bu sınırlar içerisinde devletin bu tekelinin ihlali, tüm siyasal yapının temeli olan toplum sözleşmesinin ihlali anlamına gelmektedir[13]. Geniş kabul gören bu düşünceye göre devletlerin şiddet tekelinin (ve dolayısıyla toplum sözleşmesinin) devamı için vatandaşların şiddete başvurmasının önlenmesi zorunludur. İşlenen her suç ve en çok da şiddete başvurulan suçlar, vatandaşla devlet arasındaki sözleşmenin ihlali ve dolayısıyla sözleşmenin her bir tarafının hakkının gaspı anlamına gelmektedir. Bu münasebetle toplu yaşamın devamının, ancak devletin şiddet tekelini muhafaza etmesine ve dolayısıyla devlet tarafından yetkili kılınmamış bireylerin şiddet eylemlerinin önlemesine bağlı olduğu söylenebilir. Bir diğer ifadeyle şiddetsizliğe karşı her eylemin vatandaşların doğal haldeyken sahip oldukları özgürlüklerinden feragat gerekçelerini ortadan kaldırdığı kabul edilmelidir.
Devlet dışı aktörlerin şiddete başvurmasının siyaset felsefesi sorunlarını aşan çok önemli bir yanı daha olduğu açıktır: beden dokunulmazlığı hakkı. Bu en temel hak, meseleyi vatandaş-devlet ekseninin üstünde bir noktaya da taşımaktadır. Zira burada mesele iktidarın meşruluk korunmasını aşmakta ve birinci kuşak insan haklarının korunması meselesi haline gelmektedir. Böylelikle, devlet dışı aktörlerin şiddet eylemlerinin hem insan hakları hem de devletin varlığına yönelen en temel tehdit olarak kabulü zorunludur. Üstelik anayasasının değiştirilemez hükümleri arasına insan haklarına saygılı olma vasfını eklemiş bir devlet için beden dokunulmazlığı hakkına yönelik her tehdit ciddiye alınmaya değerdir.
Görüldüğü gibi, şiddetle mücadele ve şiddetsizliğin temini, devlet aygıtının basit bir başarısızlığından, küçük ve mazur görülebilecek bir aksamadan çok daha fazlasıdır. Özgürlüklerinden feragat ederek ulaşmayı umdukları güvenlikten bile mahrum kalan bireyler, bir de haklarını adalet mekanizması marifetiyle elde edemediklerinde ihkak-ı hakka(Kendiliğinden hak alma) başvurur. Bu, diğer bireyler tarafından kabul edilebilir olmasa da anlaşılabilir görülür ve bir çöküş sarmalı başlar. Tüm bu nedenlerle, gayrimeşru şiddeti önlemedeki başarısızlığın toplum sözleşmesini zayıflattığını ve devletin meşru şiddet tekelini yok ettiğini görmek gerekir.
Kaynakça
[1] https://www.economicsandpeace.org/wp-content/uploads/2024/06/GPI-2024-web.pdf
[2] https://www.unodc.org/documents/data-and-analysis/statistics/Homicide/ Globa_study_on_homicide_2011_web.pdf
[3] https://www.unodc.org/documents/gsh/pdfs/ 2014_GLOBAL_HOMICIDE_BOOK_web.pdf
[4] https://www.unodc.org/documents/data-and-analysis/gsh/Booklet1.pdf
[5] https://www.unodc.org/documents/data-and-analysis/gsh/2023/ Global_study_on_homicide_2023_web.pdf
[6] https://hdr.undp.org/data-center/human-development-index#/indicies/HDI
[7] Bu yazıda şiddet suçlarının kapsamını öldürme, yaralama, cinsel suçlar, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, yağma, kötü muamele, mala zarar verme ve ailenin korunması tedbirine aykırılık suçları oluşturmaktadır.
[8] https://umut.org.tr/umut-vakfi-turkiye-silahli-siddet-haritasi-2023/
[9] https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/ BB/2021/58970
[10] https://www.echr.coe.int/statistical-reports
[11] https://www.prisonstudies.org/highest-to-lowest/prison-population-total?field_region_taxonomy_tid=14
[12] https://www.tepav.org.tr/tr/blog/s/ 5499/2007___den%2B2014___e%2BTurkiye___de%2 Byargiya%2Bolan%2Bguven%2Bnasil%2Beridi_
[13] Gerçi özellikle 11 Eylül saldırılarının bu meşruiyeti sınırlar ötesine de taşıyabileceği tartışılmaya başlandıysa da ben halen yerleşik uluslararası hukuk kurallarını temel almaktan yanayım.