George R. R. Martin’in GoT evreninde Brandon Stark, görmemesi gereken bir şeye şahit olduğu için kuleden atılarak çocuk yaşta sakat bırakılmıştı. Elbette arzu edilen sonuç sakat bırakmak değil, öldürmekti çünkü görülmemesi gereken şeyin ifşası ancak ölümle engellenebilirdi. 7 krallıktan biri olan Lannister hanedanlığının imajı için bile ödenebilecek basit bir bedeldi bu ancak daha da önemlisi krallığın varisi açısından doğacak muhtemel bir meşruiyet problemi düşünüldüğünde menfur eylemin lafı bile olmazdı. Taht oyunları içinde meşruiyet üzerinden yaratılmış bu politik mit her türlü sivil hakkı kesintiye uğratacak güce sahiptir.
Bu kurgusal hikâye bize mevcut toplumsal gerçekliğimiz hakkında bir şeyler anlatıyor ancak ve ne yazık ki gerçekten daha karmaşık bir kurgu yok. Sonuncusu henüz yakınlarda yaşanan kız çocuğu cinayetleri bu hikâyeyi anımsatıyor bana. Çünkü göstergebilimin büyük üstatlarından Barthes’in dediği gibi göstergeler dünyasında özneler sık sık yer değiştirir, anlatı aynı kalır. Örneğin Brandon Stark gider yerine Narin gelir ve yaratılmış bir mitin selameti için hep yeni bir kurban bulunur. Amacım bu olayın ardındaki faillerin bulunması için sürdürülen hukuki sürece dikkat çekmek değil. Faillerin ceza alması hukuk ve toplumsal adalet bakımından elbette önemli ancak benim tartışmak istediğim şey biteviye tekrarlanan bu suçların ardındaki toplumsal mitle yüzleşmek. Çünkü mit, kriminal şahısların ve eylemin tarihselliğinin ayrıştırılamayacak kadar birbirine karışıp kaynaşarak yok olduğu bir uzamdır. Kayıp bir kız çocuğundan uzun süre haber alınamaması durumunda akıllara ilk olarak aile içi bir meselenin gelmesi de bu uzama işaret eder. Yine Barthes’i anmak istiyorum: bir gösterilenin birçok göstereni olabilir. Narin maalesef bir gösterilenden fazlası değil bu mitik diyarda. Başka narin bedenler, tabutlara giydirilmiş gelinlikler ve etrafı görmemesi gereken şeylerle örülü minik yaşamlar ise gösteren olarak var olmaya devam eder. Elbette tümüyle ussaldır bu mit: Ölümle yaşam her ne surette olursa olsun insan var oluşunun bir toplamıdır da. Ancak bilim yahut gündelik çabalamalar bu toplamın yaşam kısmını düzeltmek istiyorsa ondan söz etmek zorundadır. Ussal olduğu kadar uzamsaldır da bu mit: beni Narinlerin hikâyeleri karşısında hüzünlendiren zaman; türlü acı deneyimlere rağmen beni Narinlerin kaderinden ayıran tarih; güncelliğini yitirse bile bu olaydan bir türlü kopamayışımın nedeni biraz da budur. Böylece her benzer olayla karşılaştığımda aynı hissiyatı yeniden yaşarım. Olay örgüsü çözülmüş ve suçlular ceza almış olsa bile bu kısır döngüden çıkmanın yollarını başka yerlerde ararım. Örneğin bu toplumsal miti yaşatmaya devam eden politik konjonktür: suçluyu cezalandırmaya itiraz etmeyen ama suçu fazla dillendirmeyip seçmenlerin gönlünü kırmaktan korkan siyasi irade.. Eylem kabul edilemez ama bu eylem üzerinden aile kurumu ve yerel kültür de yıpratılamaz diye siyasetin tepesinden gelen açıklamalar hep bu başka yollardaki arayışı zorlandıran unsurlar. Korumakla mükellef olduğu bireyler pahasına aile kurumu hayatta kalamaz yahut kendi unsurlarına kıyan bir kültür artık kültür olarak benimsenemez. Çocukların öldüğü bir iklimde yaşlanmak bedbahtlık olsa gerektir.
Toplum bireyden üstündür anlayışından söz ediyorum. Elbette bin, birden büyüktür ancak insan varlığı matematikle anlaşılamaz. Çünkü şeyler cisimsellikten soyutlandıkça matematiğin konusu olurlar ancak cisimselliğimiz paranteze alındığında bizden geriye kalan şey belki bir sanat eseri olabilir. Oysa insan bundan hep daha fazlası olmuştur. Evladını kaybetmiş bir babanın yahut annenin yaşadığı acıyla kıyamet arasında ince bir perde durur ve o an toplumun tümelliği bireyin tikelliğine boyun eğer. Tam da burada acıyı istatistiğe vurmamak için bireyin yaşamını hiçleştiren her türlü öğretiyi yeniden gözden geçirmek gerekir. Çünkü “görülmemesi gereken şeyleri görmek” tabusu gibi kolayca feda edilen bireyler de toplumsal düzenin ürettiği aynı türden mitlerdir. Elbette bu iki üretim en çok da kız çocuklarını mağdur ediyor gibi görünüyor. Burada bir tür eşitlik talebinde bulunuyor değilim. Kız çocukları kadar erkek çocukları da mağdur edilsin demek hangi akıl sahibine yakışır ki? Belki en az erkek çocukları kadar kız çocukları da güvende olsun isteyebiliriz. Fakat bu üretilen mit içinde erkek çocukları “görülmemesi gereken bir şeyi” gören kız çocuklarını susturmak için hayatta tutulabilir. Bu da başka türlü bir kurban etme eylemidir ve şüphesiz iki cinsi de mağdur etmeye devam eder ancak yasak bir olaya şahitlik etmiş bile olsalar sonuçta görme özgürlüğü engellenen en başta kız çocuklarıdır. Böylece görme eylemi kız çocukları için fiziksel bir olay olmaktan çıkar. Artık görmek toplumsal düzen açısından tehdit içeren bir gösterge olur ve hızla engellenmesi gerekir. Burada şu da söylenebilir: Kız çocukları bir ayıbın suç ortaklığı için uygun görülmüyor olabilir. Kötülük onların doğalarında uzun süre yaşayamadığı için bir ayıba sırdaşlık edemiyor da olabilirler. Teselli sayılabilir mi bu? Belki evet. Soluk bir resmin ardında geçip giden mutlu zamanların verdiği acılı bir teselli: Bir zamanlar hayat ne güzeldi! Tıpkı geçmişin mutlu anlarının akla hüzünle gelmesi gibi iyi bir tabiatla kötü bir yaşama mahkûm olmak da acı verir.
Yeniden mite dönersek: tüm bu olanlar öylesine kanıksanır ki sanki doğal ve kaçınılmaz görünür. Mitin toplumsal üretimi de böylelikle tarih üstü bir pozisyon kazanır ve kültür miti, mit de kültürü sonsuza dek beslemeye devam edecekmiş gibi görünür. Ancak bu bir yanılsamadır çünkü tarih üstü ölümsüz bir mit yoktur. Mitleri var eden ancak insanlık tarihidir, onlar tabiatın kendi nesnelliğinden fışkıran şeyler değillerdir. Bize bu kötülüğü ortadan kaldırma inancını veren iyimserlik işte buradan doğar. Nasıl ki bir metin anlam bakımından sonsuza dek ucu açık kalırsa mitler de sürekli yeniden üretilebilir. Toplumsal düzende sonsuz sayıda üretilebilir olan mitler içinden kız çocuklarının güvende olacağı yenilikleri aramak temel motivasyonumuz olmalı.
Birilerinin duygu dünyasını sarsmaktan endişe ettiğimiz kadar çocuklarımızın geleceği için de kaygılanmalıyız. Politik ve kültürel yapıların selametini çocukların yaşam sevincine tercih edemeyiz. Yaşıtları Narin’in kaderini paylaşmasın istiyorsak yeni mitler üretmeli ve bu mitlerin değişmez ilkesi olarak bireyin yaşam hakkını belirlemeliyiz.