Fazla Açılanlar ve Kıyıdan Seyredenler: II. Açılım Süreci Başlarken

Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün 25 Ekim’de kamuoyuyla paylaştığı “Terör ve Açılım” temalı araştırmasının sonuçları üzerinden yoğun bir tartışmanın yürütüldüğünü görüyoruz.

Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün 25 Ekim’de kamuoyuyla paylaştığı “Terör ve Açılım” temalı araştırmasının sonuçları üzerinden yoğun bir tartışmanın yürütüldüğünü görüyoruz. 22 Ekim’de Sayın Bahçeli’nin parti grup toplantısında dile getirdiği, içerisinde Öcalan’ın meclis çatısı altında, DEM Grubu’nda konuşma yapmasını da içeren çıkışı pek çoklarında büyük şaşkınlık yarattı. Bu konuşmanın dumanı üstündeyken aynı günün öğleden sonrasında ise Sayın Özgür Özel “el yükseltiyorum” diyerek Kürtlere eşit vatandaşlık temelinde Türkiye Cumhuriyeti’nin sahibi olmayı öneren konuşmasını gerçekleştirdi. Sayın Özel’in kastının ayrı bir devlet olmadığı hitabın tümünü dinleyenler için son derece açık elbette. Ama “devlet vaat etme” cümlesinin tek başına yaygın dolaşıma girmesi ve tepkilerin peşinden gelen “aslında öyle demiyorum” minvalindeki açıklamasının söz konusu cümlenin siyasi hasarına merhem olmaya yetmemesi bir sürpriz değil. Biraz da bu durumun hızlı bir kamuoyu araştırmasıyla ortaya konulmasının “keşke”leri oluştu Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminde. Şüphesiz Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün 24 Ekim’de saha uygulamasını gerçekleştirdiği, 25 Ekim’de de sonuçlarını yayınladığı araştırmanın ardından iktidar ve muhalefet partilerinin genel merkezleri çalışmalar yaptırtmış ve “açıklanmasalar bile” sonuçların bizi teyit ettiğine dair fikir sahibi olmuşlardır. Çabucak gerçekleştirilen bir miting ve söyleşilerle 22 Ekim’deki “coşkulu” el yükseltme retoriğinin yerini daha mutedil bir dile bırakması da bu yüzden olsa gerek.

Son birkaç aydır sinyalleri verilen, birkaç haftadır Sayın Erdoğan’ın ve Sayın Bahçeli’nin açıklamalarıyla daha görünür olan II. Açılım’a 25 Ekim’de yayınladığımız “Terör ve Açılım” araştırması verileri üzerinden bir göz atalım. Bunu yaparken de siyasi kâr-zarar hesabını önceleyelim.

Sayın Bahçeli’nin bizzat kendi cümlesiyle sorulduğunda, +/- %2,53 hata payıyla, ülke temsili olan katılımcıların %73,5’i MHP Genel Başkanı’nın önerisine katılmadığını belirtiyor. Katıldığını söyleyenlerin oranı ise %18,2. Son genel seçimde MHP’ye oy verenlerin içinde Sayın Bahçeli’nin açıklamasına destek verenlerin oranı ise %27,2’de kalıyor. Bu “radikal” çıkışın MHP açısından politik maliyetini de görebiliyoruz. Geçen ay yaptığımız araştırmada %11,7 olan MHP oyu 24 Ekim’de %7,5’e gerilemiş durumda. Bu her 3 MHP seçmeninden birisinin partisine oy vermekten, en azından şimdilik, vazgeçtiğini gösteriyor.

Peki II. Açılım sürecinin esas sahibi AK Parti de ortağına benzer bir siyasi maliyetle karşı karşıya mı? An itibariyle hayır. Çünkü çok açılan ortağı, açıldığı yerden “su çok güzel, gelsene” diyemedi. Hâlâ kurumsal alt yapısı güçlü olan AK Parti kulaç atılan suyun risklerini görecek kadar tecrübeli, ölçme ve değerlendirme sistemine sahip olduğu için suya önce ortağının girmesini uygun bulmuştu. Ama AK Parti’nin bile, muhtemelen, öngörmediği gelişme MHP’nin peşinden coşkuyla CHP’nin de suya girmesi oldu. Politik risklerin farkında olduğunu ifade eden CHP Genel Başkanı, Sayın Erdoğan’ın ortağının ardından suya, hemen girmeyeceğini öngöremediği için oldukça aceleci davranmış oldu. Doğrudan Sayın Özel’in “eşit yurttaşlık/el Yükseltme” cümleleriyle sorduğumuz  “destekliyor musunuz?” sorusuna katılımcıların %73,2’si “hayır” diyor. CHP seçmenlerinde genel başkanlarının açıklamasına katılmayanların oranı ise %70,3. Bu net tepki yerel seçimler sonrası birinciliğe alışmaya başlamış olan CHP’yi daha eski bir alışkanlığıyla karşı karşıya getirdi: İkincilik.

CHP’nin geçen ay %32,7 olan oyunun %26,9’a gerilemesi, AK Parti’nin kendisini korumasıyla birleşince %32,1 oyla birinci parti yeniden iktidarın büyük ortağı oldu. Bu Ak Parti’nin suya girmek yerine kıyıda kuru kalmayı, CHP’nin de hızlı pozisyon alma heyecanıyla koşarak MHP’nin girdiği suya girmesinin doğal bir sonucu elbette.

Burada CHP’nin iki potansiyel cumhurbaşkanı adayının tavrına özel bir yer ayırmak yerinde olur. Mansur Yavaş’ın 22 Ekim’de MHP ve CHP genel başkanlarının açıklamaları sonrası net bir karşı duruş sergilemesi bir süredir devam eden konuşan “politik” Mansur Yavaş performansının devamı niteliğinde. Muhalif milliyetçi partilerle paralel ve doğrudan CHP Genel Başkanı’na dair eleştiri barındıran bir içeriğe sahip. Ekrem İmamoğlu ise tıpkı Sayın Erdoğan gibi sürecin dalgalanmalarından olumsuz etkilenmemek için suya girmeyi tercih etmemiş görünüyor. Bunun mevcut konjonktürde “güvenli” bir pozisyon olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte süreç herkes için konuşmanın mecburiyet olduğu bir yere evrilirse Sayın İmamoğlu için bazı riskler ortaya çıkabilir. Ekrem İmamoğlu’nun DEM Parti seçmenleri arasında yüksek bir popülaritesi bulunuyor. Ama bu destek İmamoğlu’nun en popüler isim olmasına ve Yavaş’ın önüne geçmesine yetmiyor. İşte ana risk tam da bu noktada. DEM Parti seçmenleriyle geniş toplum kesimleri arasında net bir siyasi ayrışma yaşanırsa Sayın İmamoğlu’nun belirleyeceği siyasi konumlanmada. Bu aşamada yeni ve daha kapsayıcı bir üst dil inşa etme gerekliliği doğar. İnşa edilen dilin geniş kesimlerin beklentilerini karşılayan ama DEM Parti seçmenlerinin çoğunu da küstürmeyen etkin bir kapsayıcılıkta olması gerekir. Bu dil inşa edilemezse  sürecin olumsuz etkilerinden uzak kalması mümkün olmaz. Mansur Yavaş içinse bu ölçekte bir riskten bahsedemeyiz.

Milliyetçi lig partilerinde ise önemli bir oy artışı dikkat çekici. Zafer Partisi geçen aya göre oyunu %4,7’den %8,4’e çıkarmış. İyi Parti ise geçen ay %3,6 olan oyunu %6,2’ye yükseltmiş durumda. A Parti’nin (Anahtar Partisi) kuruluşunu gerçekleştiren Yavuz Ağıralioğlu’nun da açılım karşıtı milliyetçi söylemiyle toplumsal desteğini arttırabileceğini söylemek mümkün. Ağıralioğlu’nun muhafazakâr- milliyetçi politik pozisyonunun ve “hamasi” retoriğinin Cumhur İttifakı bloğundan oy alabileceğini ve bu yeni partinin yerel seçimdeki Yeniden Refah Partisi’ne benzer bir oy artışı yakalama potansiyeline sahip olduğu da belirtmem gerekir.

Denilebilir ki: Teröristbaşının yeğeni Ömer Öcalan’ın İmralı’ya gidebilmesi için 4 yıla yaklaşan tecridi kaldıran Ak Parti’yken, dışarda Sayın Mehmet Şimşek, içeride Sayın Nihat Zeybekçi, Sayın Bahçeli’nin açıklamalarına tam destek belirtirken nasıl oluyor da Sayın Erdoğan’ın partisi bu süreçten MHP ve CHP gibi olumsuz etkilenmiyor?

Sayın Erdoğan bizzat kendi ağzından çıkmayan hiçbir ifadenin ve doğrudan içinde olmadığı hiçbir aksiyonun kendi politik itibarına ciddi bir hasar vermeyeceğinin farkında. Cumhur İttifakı kitlesinde yaygın olarak var olan “bir bildiği vardır” sihirli sözünü besleyecek malzemeleri kendi kitlesiyle paylaşma konusunda hâlâ başarılı. İsrail saldırganlığına karşı özel meclis oturumundan, medyasındaki yorumcuların jeopolitik temelli “savaş kapıda” uyarılarına, Sayın Bahçeli’nin açıklamasına karşı oluşan tepkinin ardından kendisine yakın bir gazetenin attığı “karşıt” manşete kadar planlanan bir politik tasarım bu. Hakkını teslim etmek gerekir: Kısa dönemli sonuçları bakımından oldukça başarılı. Eğer Sayın Erdoğan “bir bildiği vardır” ve “savaş kapıda” parantezleri arasına kendi seçmenleri dışında da bazı kesimleri ekleyebilirse sadece “yeniden cumhurbaşkanı adaylığı”nı değil ilave kazanımları da hanesine yazdırabilir. Tabi bunun için kuru kalmayı başarması gerekecek. Ancak toplumsal eğilimlere baktığımızda bu defa işi pek kolay değil. Şöyle ki; “PKK lideri Abdullah Öcalan ile ilgili devlet sizce ne yapmalı?” sorusuna katılımcıların %45,5’i şu an yasalarımızda bulunmayan bir cezayı dile getirerek, “idam edilmeli” yanıtını veriyor. %33,2’si ise mevcut cezası olan “ömür boyu hapis” cevabını veriyor. Bu iki yanıtın toplamı %80’e yakın. Serbest bırakılmalı ve ev hapsine alınmalı diyenlerin toplam oranı ise %9,9. İdam edilmeli yanıtını verenler Ak Parti seçmenlerinde %52,4, MHP seçmenlerinde ise %57,4. Yani Öcalan’ın “aktör”lüğü yalnız şehit ve gazi ailelerini değil toplumun %80’ine yakınını rahatsız eden bir öneri gibi duruyor.

Türk ve Kürt kökenli vatandaşların eşit hak ve özgürlüklere sahip olup olmadıkları sorulduğunda da katılımcıların %74’ü “evet, sahip” yanıtını veriyor. Anadili Kürtçe olan katılımcılarda bu oranın %47,3’e gerilediğini görüyoruz. PKK terörünün nasıl sona erdirilmesi gerektiğine dair soruya ise katılımcıların %44,9’u silahlı mücadeleyle yanıtını veriyor. Müzakere diyenler %32,3. Sayın Bahçeli ve Sayın Özel’e olan destek oranlarının %20’nin altında kalarak çözümün müzakereyle olması gerektiğini düşünen %32,3’ün bile epey altında kalması dikkat çekici. Bu “Öcalan/Meclis” ve içeriği bambaşka olsa da “devlet vaadi” ifadelerine duyulan yaygın tepkinin neticesi olsa gerek. Peki bundan sonra ne olur?

Aralarında Almanya, Fransa, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerin de olduğu pek çok ülkenin yaşadığı uluslaşma sürecini cumhuriyetle birlikte biz de yaşadık. Doğru, belli bakımlarda yaşamaya devam ediyoruz. Kesin olan: bugün dünden daha fazla ulus olduğumuz gerçeğidir. Elbette Kürtçe konuşanların yarıya yakınının kendilerini diğerleriyle eşit hissetmemesi hoşnut olunacak bir durum değil. Bir meseleye işaret eden pek çok delilden bir tanesi. Bununla birlikte kendilerini eşit hissetmeyen Kürtlerin bu duygu-durumları kendileri dışındaki büyük çoğunluk göz ardı edilerek değerlendirilemez. Bugün demografinin coğrafi dağılımı 60 sene önceki gibi değildir. Kürtlerin çoğu Güney ve Doğu Anadolu’da değil batı bölgelerinde yaşamaktadırlar. Özensiz, gelecek projeksiyonu olmadan atılan her adımın “sevimsiz” sonuçları olabilir. Bu sonuçlar arasında terörün 40 yılda, gönlünce, bozamadığı toplumsal huzurun zedelenmesi de bulunuyor. Bu hâl ortadayken, sürecin bir yerinde,  ki o yer Sayın Erdoğan’ın politik kariyerinin devamına dair alınan bir desteğin ardından gelir, II. Açılım’ın da sona ereceği kanaatindeyim.