Siyaset, üzerine herkesin konuşabildiği ancak iktisatçıların “rakamlar” dışında pek de konuşmadığı, iktisatçılar açısından “kuş uçmaz, kervan geçmez” bir saha… En azından Türkiye’de öyle. Halbuki; Türkiye’de siyaset kurumunu ve siyasi partileri, kakafoni halindeki tartışma programlarından kurtaracak ve anlamamızı sağlayacak anahtar da iktisadın cebinde duruyor.
Chris Anderson, Uzun Kuyruk ismini verdiği bir pazarlama stratejisini şu şekilde tanımlıyor: dijitalleşmenin getirdiği bir fırsat olarak yeni/dijital şirketler, genel kitlenin yoğunlukla talep ettiği ürünlerin pazarlanması yerine çok küçük bir kesimin/marjinal isteklerini karşıladığında başarılı olacak, dijitalleşme buna imkân tanıyacak. Anderson’a göre geleceğin ticari fırsatı, aynı (benzer) ürünün birden çok kopyasının satıldığı talep eğrisinin kuyruğunda (short-head) değil, aynı eğrinin uzun kuyruğunda (long tail) bulunuyor. Şirketler farklı farklı talep ve istekleri olan milyonlarca niş pazara hizmet vererek başarı elde edebilecek.
Anderson kitle pazarının teknoloji yardımıyla milyonlarca niş pazara nasıl bölündüğünü anlattığı kitabına, ortalama bir sinemanın iki hafta boyunca 1.500 kişiye bilet satamayacağını düşündüğü filmi göstermeyeceğini, ortalama bir müzik/film CD’si satan/kiralayan dükkânın yılda 4’ten az ürün satacağını düşündüğü ürünü raflara koymayacağını anlatarak başlar. Bu rakamlar ekran kirasının yahut raf kirasının bedelidir ve bu bakış açısı geleneksel perakende sektöründeki bütün firmalar için geçerlidir. Dijitalleşmenin bu sınırlamaları kaldırmasından dolayı Netflix’in yayın akış hizmetlerine (streaming) henüz başladığı ve Anderson’un yalnızca DVD kataloğuna dayanarak yaptığı analize göre; Netflix’in çevrimiçi olarak tüketicinin kullanımına sunduğu 90.000 farklı DVD seçeneğinin %25’inin büyük zincir perakende mağazalarda olmadığı, 4,5 milyon müzik parçası barındıran Rhapsody’nin sunduklarının %45’inin ve 5 milyon farklı kitap başlığı sunan Amazon’un ürünlerinin %30’unun büyük zincir perakende mağazalarda bulunmadığını tespit edilebiliyor.
Anderson’un iddiası “en çok satanların” geleneksel perakende marketin gelirinin büyük bir kısmını oluşturmasından dolayı, ürün çeşitliliğinin ilave maliyet yarattığı ve fiziki kısıtlamaların da zaten bir sınırlandırma gereğini ortaya koyduğu. İnternet, bu sınırlamaları kaldırmış ve gözden çıkarılan niş alanlardaki satış fırsatlarını internet üzerinden faaliyet gösteren şirketlerin önüne koymuş durumda. Anderson’un tezini ortaya koyduğu zamandaki bulguları da -Netflix, Amazon ve Rhapsody- iddialarını destekler nitelikte.
Philip Napoli ise uzun kuyruk ekonomisinin yeteri kadar araştırılmadığını düşünüyor ve Anderson’un tezlerini dayandırdığı istatistiki bilgilerde tutarlılık olduğunu kabul etmekle birlikte sürecin öngördüğü şekilde işlemediğini belirtiyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Netflix’in dijital içerikleri 2012 yılından 2016 yılına dek dört yılda yaklaşık %50 oranında azalarak 11.000’den 5.300’e gerilemiş. Netflix, Napoli’nin çalışmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ neredeyse aynı sayıda içerikle hizmet vermeye devam etmekte. Gerçekten de Netflix içerikleri incelendiğinde içeriklerin genel izleyici kitlesine hitap edecek şekilde IMDB puan ortalaması 6,62 olan içeriklere yoğunlaştığı görülüyor.
Netflix uzun kuyruk ekonomisini çarpıtacak şekilde film türlerini yapılandırıyor ve marjinal kesimlere kendi yapımları içerisinde yer vermek suretiyle süreci yönetiyor. Netflix içeriklerini 19 şemsiye kategori altında, yaklaşık 400 alt kategori ve bunları da yaklaşık 76.897 sözde mikro türe böldüğü bir liste sunuyor. Netflix’in öneri süreçlerinde bazı filmlere, dizilere, izleyici türlerine ayrıcalık tanıması, Netflix kullanıcılarının televizyona ve filme dair düşüncelerini yeniden kurgulamış oluyor. Doğal olarak kullanıcılar kategorilerin nasıl birbirinden ayrıldığını belirleyen parametreleri anlayamıyor. Bu suretle Netflix, genel izleyici kitlesine hitap eden yapımlarının içerisine marjinal -niş- kitlelere hitap eden unsurlar yerleştirebiliyor.
Anderson ve Napoli’den örneklerle alıntıladığımız ekonomik sürecin benzeri uzun yıllardır Türk siyasetinde de yaşanıyor. Demokrasinin doğası gereği toplumda birçok farklı görüş bulunuyor ve bazı siyasi partiler de bu görüşlerden marjinal olanları ana siyaseti olarak belirliyor. Bu karar sadece ideolojik bir gerekçeye dayanmamakla birlikte söz konusu siyasi partilerin hayatta kalabilmesinin yegâne yolu bu oluyor ve geniş kitlelere hitap etmeme bir tercih olarak görülebiliyor.
Birçok anket, Türk milletinin asgari müştereklerinin hayli fazla olduğunu, birçok hususta toplumsal mutabakatın %80 üzerinde olduğunu ortaya koymasına rağmen siyasi partiler siyasetin uzun kuyruğunu oluşturan marjinal fikirlere bigâne kalamayıp o fikirlerden de testilerini doldurabilmenin yollarını arıyor.
Merkez siyasete konumlandığı düşünülen partiler bu marjinal fikirleri, aynen Netflix’in yaptığı gibi, marjinal görüş ve söylemlere sahip kişileri bünyelerine katıp konuşturarak elde ediyor, bu durumu da merkez siyasetin gereği olarak topluma pazarlıyor. Ancak bazı zamanlarda/durumlarda bu yeterli olmuyor, siyasi dengeler gereği doğrudan bir fikri temsil eden marjinal kuyruk partisinin desteği gerektiğinde merkezdeki siyasi parti de en tepesindeki kişiden başlayarak söylem değişikliğine gidiyor.
Bu durumun en güzel örneği; I. Açılım Süreci olarak adlandırılan, toplum tarafından tasvip edilmediği ilk genel seçimlerde ortaya çıkan ve yüzlerce şehit verildikten sonra tam tersi manevra ile bitirilen süreç. Gerek seçimlerde gerekse anketlerde toplum tarafından kabul görmeyen, ülkenin kuruluş felsefesine aykırı olduğu düşünülen ve tepki gösterilen sürecin merkeze konumlandığını iddia eden iktidar partisi tarafından tekrar gündeme getirilemeyişinin altında başarısızlık korkusu yatıyor. Uzun kuyruğu müşteri/seçmen kılmaya çalışan siyasetin çok satanları almayı talep eden toplumun büyük kesiminin satın alacağı ürünü/oy vereceği siyasi partiyi değiştireceğini çünkü bu marjinal siyasetin toplumun tepki vereceği bir siyaset olacağını düşünmemek abes olur. İktidarın nihai amacının siyasi dengeler gereği doğrudan bir fikri temsil eden marjinal kuyruk partisinin desteğinin gerektiği durumda ise ihalenin merkez partisi olma iddiasında bulunmayan bir başka partiye havale edildiği görülüyor. Burada en anlaşılmaz durum ise iktidar adayı ana muhalefetin takındığı tavır. “Tarihi sorumluluk” iddiasıyla, uzun kuyruğun oyunu alabileceğini düşünen ana muhalefet, toplumun nezdinde kabul görmeyen bir kuyruğun peşine takılmış görünüyor.
Elbette bu noktada sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için CHP’nin iç çözümlemesini de yapmak gerekiyor. Aktif siyasetin içerisinde bulunan aktörleri ile ele alırsak, CHP’yi üç ayrı odak üzerinden okumamız gerekiyor. Şüphesiz ki Mansur Yavaş bu güç odaklarından birisi ve uzun kuyruğa takılmayan tek odak. Yavaş’ın ideolojik geçmişi, siyasi pratiği ve Ekrem İmamoğlu’na kıyasla yönettiği yerlerdeki demografik avantajı onu uzun kuyruğun peşine düşmeyen, düşmesine de gerek kalmayan bir yere koyuyor ki; bu durum Yavaş için hayli konforlu. Yavaş’ın ayağını bastığı milliyetçi / Atatürkçü ve bir kısım da muhafazakâr taban, toplumun çok büyük oranda bir izdüşümünü yansıtıyor.
Uzun kuyruk teorisi açısından en netameli durumda olan ise Ekrem İmamoğlu. Çünkü İmamoğlu en azından Mansur Yavaş’a kıyasla daha sol bir gelenekten gelen ve seçim bölgesindeki demografi açısından ikna etmesi gereken farklılıklar göz önüne alındığında daha zorlu bir sahada çarpışan isim.
Şu hakkı teslim etmek lazım: İmamoğlu, hem 2019’da hem de 2024’te seçim bölgesinde bir cerrah hassasiyetiyle hareket ederek bir yandan Kürt oylarını almayı başarırken diğer yandan 2019’da İYİ Parti üzerinden, 2024’te ise İYİ Parti’ye rağmen milliyetçilerin de oylarını almayı başarmış bir siyasetçi. İmamoğlu’nun konuya dair esas başarısı ise uzun kuyruğun peşine takıldığı algısını yaratmaktan da kaçınabilmiş olması… Ta ki 22 Ekim 2024 tarihinde başlayan II. Açılım Süreci’ne kadar…
Devlet Bahçeli’nin Öcalan çıkışı sonrasındaki Özgür Özel’in el arttırması ile başlayan sürecin faturasını ödeyenlerin başında İmamoğlu geliyor. Özgür Özel’in CHP Genel Başkanlığı makamına gelişini temin eden sürecin en önemli figürü olan İmamoğlu, tabii bir şekilde Özel’in hatalarından da kamuoyu nezdinde mesul tutuluyor.
Özel’in grup konuşmasındaki çıkışı ile başlayan, Diyarbakır ziyareti ve kayyım atamaları ile devam eden süreç boyunca takip ettiği ve uzun kuyruk pratiği olarak tarif edebileceğimiz siyaset kısa vadede ve dar alanda manevra şansı bulmakta zorlanan İmamoğlu açısından işleri zorlaştırdığı gibi İmamoğlu’nu uzun süre sonra ilk defa “pasif” ve çok önemli bir meselede siyasetsiz hale getirmiş durumda. Kabul etmek gerekiyor ki bu seviyede bir siyasetçinin bu denli önemli bir meselede suskun kalması toplumun geniş ve açılım karşıtı kesimi açısından “suçun” ihmal suretiyle icra yoluyla işlendiği algısına neden oluyor.
Oysa süreç normal akışında İmamoğlu açısından İstanbul’da başardığını Türkiye’de başarmak üzerinden tarif ve takip edilebilir bir durumda tutulabilirdi. Fakat şu an İmamoğlu’nun kalecilik geçmişine atıf ile izah edersek kontrpiyede kalındığını ifade etmek mümkün.
Hasılı, Türk siyaseti, siyaset kurumunun doğası gereği toplumun en büyük dertlerini/sıkıntılarını/yönetim meselelerini çözmek iddiasından çıkalı uzun yıllar oldu. Toplumun genelinin çıkarlarını bir kenara atıp bulundukları konumu tahkim etmek için marjinal fikirlere kucak açan/dillendiren/ana gündem yapan Türk siyaseti, marjinal fikirlerin taleplerinin karşılanmaya çalışıldığı bir uzun kuyruk particiliğinin hakimiyeti altına girmiş durumda. Ekonomide “uzun kuyruk”un sürdürülebilir ve kârlı olmadığı anlaşılalı uzun yıllar olmasına rağmen siyasette uzun kuyruğa takılanların yanlış yaptıklarını anlamaları muhtemelen çok ağır bedeller ödedikleri zaman olacak.