Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün Toplum 2024 Toplumsal Eğilimler Araştırması, dikkat çekici sonuçlarıyla verimli tartışmaların zeminini oluşturmuştur. Bu tartışmalar hem mevcut sorunların tespitine hem de sorunlara dair çözüm yolları arayışına hizmet edecektir. Toplumsal Eğilimler Araştırması, Türk toplumunun sosyal medyaya bakışını ortaya koyması açısından da önemlidir. Çünkü bu araştırmaya göre sosyal medya, toplumun %15,1’i tarafından en güvenilmez kurum olarak belirlenmiştir. Sosyal medya; siyaset, diyanet ve yargı kurumlarından sonra toplumun en güvenilmez bulduğu dördüncü kurumdur.[1] Bu durum pek şaşırtıcı olmasa da üzerinde ciddiyetle düşünmeyi değer…
We Are Social ve Meltwater’in birlikte hazırladığı, bütün dünyadaki dijital verileri analiz eden We Are Digital 2024 raporuna göre, Türkiye’de aktif sosyal medya kullanıcısı, genel nüfusun %66,8’ine tekabül etmektedir. İnsanlar günde ortalama 2 saat 44 dakikalarını sosyal medyada geçirmektedir.[2] Bu ciddi oran dünya ortalamasının da üzerindedir.
İstatistikler bize Türk insanının sosyal medyayla ilişki biçiminin sağlıklı bir zemin üzerine oturmadığını göstermektedir. Bir taraftan güvenilmez bulduğumuz mecra ve diğer taraftan bu güvenilmez mecrada saatler geçirme tavrı tutarlı değildir. Daha büyük ve asıl problem, sosyal medyanın evvela bizden en mahrem bilgilerimiz istemesi, daha sonra da bu bilgileri depolayıp bize karşı kullanmasıdır. Çünkü bizler artık sosyal medyanın sadece kullanıcıları değiliz. Girdiğimiz her sitede bizden istenen bilgileri gönüllü ya da gönülsüzce veren, en şahsi niteliklerimizi paylaşan, böylece onların nesnesi ya da aracı durumuna düşen varlıklarız. Toplum olarak bu konuda makul bir hassasiyet taşıdığımız söylenemez.
Teknoloji ve onun bizlere sunduğu imkânlar elbette günah keçisi değildir. Fakat saf bir masumiyet taşımadığını da bilmeliyiz. Nazi Almanya’sının teknolojinin bütün imkânlarından kendi emelleri doğrultusunda nasıl yararlandığı dikkat çekicidir. Bilhassa soykırım kamplarında, devrin en önemli teknoloji şirketlerinden olan IBM’in Hollerith delikli kartlarını kullanan parti, bu kartlar marifetiyle insanları tanımlıyor, sıralıyor, kategorize ediyordu. IBM ise bu kullanımdan rahatsız olmadığı gibi Nazilere yardımcı olmaktan memnuniyet duyuyordu. IBM’in para, Nazi Almanyası’nın otorite kazandığı fakat her halükârda insanlığın kaybettiği kirli bir ticaret… Edwin Black’ın önemli çalışması IBM and The Holocaust’a bakalım:
“Yüzbinlerce insan, Hollerith kart sistemiyle tanımlanıyor, sıralanıyor, kategorize ediliyordu. Sayılar ve delikli kartlar, hepsini insanlıktan çıkarıyordu ve muhtemelen hepsini öldürecekti. International Business Machines, tüm kamplarda kullanılmak üzere Nazi Almanyası’na özel kartlar ve makineler tasarlamıştı. IBM, makinelerini neredeyse her ay kontrol ediyor ve Nazi personeline bu karmaşık sistemleri kullanmayı öğretiyordu. Kod kitaplarının yedek kopyaları, kamplarda kaybolursa diye IBM ofislerinde tutuluyordu. Dahası şirket, Reich’ın makinelerini çalıştırmak için kullanılan delikli kartların tek üreticisiydi.”[3]
Otoriter rejimlerin ve teknolojinin gücü birleşince nasıl felaketler doğacağı bu örnekten anlaşılabilir. Geçmişte yaşanmış, gelecekte de yaşanması muhtemel olan bu birlikteliğin felaketini düşünerek hareket etmek hayati derecede önemlidir. Burada güç ve gücün doğasına dair tartışmaları hatırlamak gerekiyor.
İngiliz filozof Francis Bacon’a atfedilen kısa ama mühim bir söz vardır: “Bilgi güçtür”. Bacon modern bilimi savunmak için bu ünlü aforizmaya dikkat çekmiştir. Çünkü o, modern bilimin bireyleri ve toplumları güçlendirme potansiyeline sahip olduğunu düşünüyordu. Bu düşüncenin doğru olup olmadığı çok su götürür bir tartışmadır. Zira, Lord Acton’un gücün doğasına dair “güç bozar; mutlak güç mutlaka bozar” cümlesi malum ve meşhurdur. İngiliz yazar bu ifadeyi Krallığın ve Papalığın Avrupa tarihindeki sınırsız yetkilerini eleştirmek için kullanmıştır.[4] O halde sorumuz şudur: krallık düzeninin sona erdiği, papalığın ise sadece sembolik derecede önem arz ettiği çağımızda bu söz niçin önemini korumaktadır?
Güç ve gücün doğası hakkında bizi düşünmeye sevk eden şey, günümüzde sosyal medyanın bireyleri ve toplumu etkileme potansiyelinin her geçen gün daha da artmasıdır. Bir kişi ya da bir yapı, bizim hakkımızda ne kadar çok şey bilirse, hareketlerimizi tahmin edebilir ve bizi etkileyebilir. Güç, bizi sadece etkilemekle kalmayıp aynı zamanda bizi yeniden inşa da eder. Belirli düşünce biçimlerini, hassasiyetleri ve dünyada var olma yollarını zihinlerimize empoze eder. Ian Hacking’in vurguladığı gibi: “İnsanlar, otorite tarafından kendilerine atfedilen etiketlere uyum sağlayarak doğalarını bu etiketlere göre şekillendirirler.”[5] Yadsınamaz bir güce sahip olan sosyal medya da bizleri tasnif eder, etiketler ve kategorize eder. Tüm hareket alanına da bizlerden talep ettiği kişisel verilerimiz sayesinde sahip olur. Bu bakımdan Orta Çağ’ın belirleyici otoritesi olan kilise kurumundan farklı değildir. Byung-Chul Han, günümüzde sosyal medyanın gücünü şu şekilde vurgular:
“İktidar, gözetleme işini bireylere devrederek verimliliğini artırmış̧ olur. Like / Beğendim dijital ‘Amin’dir. Like’ı tıklarken iktidar düzenine tabi kılarız kendimizi. Akıllı telefon sadece etkili bir gözetleme aracı değil aynı zamanda taşınabilir bir günah çıkarma sandalyesidir. Facebook dijitalin kilisesi, sinagogudur.”[6]
Birey olmak, dünyayı kendi gözlerimizle görmekle mümkündür. Dış etkilerin, müdahalelerin, kontrol mekanizmalarının dışında, bizatihi kendi aklımızla hareket edebilmektir. Fakat günümüzde bu oldukça zor bir iştir. Çünkü günün önemli bir kısmını, bizi bizden daha iyi bilme kudretini ona devrettiğimiz sosyal mecralarda geçiriyoruz. Bu mecraların bize sunduğu haberlerle ve bilgilerle zihnimizin işgal edilmesine imkân veriyoruz. Bu göz ardı edilemeyecek, bizatihi insan olma vasfımızı ilgilendiren bir problemdir. Foucault’nun dikkat çektiği problem hâlâ çözülebilmiş değildir:
“19. yüzyılda, sömürüye karşı mücadele ön plana çıktı. Bugünlerde ise öznelliğin teslim alınmasına -öznelliğin tabi kılınmasına- karşı mücadele giderek daha önemli hale geliyor.”[7]
Kişiliğimize ve birey olma vasfımıza saldıran sosyal medyanın gücü, ona her türlü kişisel bilgilerimizi sorgusuzca vermemizden ileri geliyor. Kim olduğumuz, neleri sevdiğimiz, hangi hastalıkları taşıdığımız, konumumuz, hassasiyetlerimiz, duygularımız, kısacası bizi biz yapan her şeyi, kontrolsüzce paylaşıyoruz. İşte bu kontrolsüzlük, sosyal medyanın bizi kontrol etmesine kadar varabiliyor. Mahrem ile aleni, gizli ile aşikâr ortadan kalkıyor; nomos (sınır) ihlal ediliyor.
Hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımız, pek de güvenilir olmadığını düşündüğümüz bir yapıya karşı en büyük gücümüz ise mahremiyetimizdir. Evet, mahremiyet güçtür. Mahremiyetin ihlal edilmesi, beraberinde tahakkümü ve özgürlüğün kaybını getirecektir. Mahremiyetin iptali, iptal kültürünün (cancel culture) de ilk adımıdır.
“Bir anahtar hayal edin” diyor Carissa Veliz: “Evinizin, yatak odanızın, bilgisayarınızın, telefonunuzun, arabanızın, kasa anahtarınızın ve sağlık kayıtlarınızın kilidini açan bir anahtar. Bu anahtarı çoğaltıp yabancılara dağıtır mıydınız? Muhtemelen, hayır. Peki, neden kişisel verilerinizi hemen hemen isteyen herkese vermeye bu kadar isteklisiniz?”[8]
Bedenimiz, hedeflerimiz ve hayallerimiz… Geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki muhtemel hastalıklarımız… Korkularımız ve travmalarımız… İşte tüm bunları içinde barındıran bir anahtardır mahremiyet. Çözmemiz gereken büyük problem ise mahremiyet ile onu sürekli ihlal etmeye çalışan sosyal medya arasındaki ilişkinin mahiyetidir. Sosyal medya bağlamında mahremiyeti nasıl değerlendireceğiz? Geleceğe dair geliştireceğimiz perspektif, yolumuzu bulmak için güzel bir pusula olacaktır. Verilerin daimî olarak işlenmesi, zevklerimizin, korkularımızın, alışkanlıklarımızın haklarında bilgi sahibi olmadığımız şirketler tarafından depolanması bizim için ne ifade edecektir? Ve mahremiyet talebimiz bizi potansiyel istismardan korumak için nasıl bir kalkan olacaktır? Bu sorular etrafında düşünce helezonları çizmek hem bireysel hem de toplumsal bağımsızlığımızı yitirmemek için gereklidir.
Sosyal medya bir taraftan mahremiyetimizi aşındırıp birey olma vasfımızı zedelerken diğer yandan toplumsallığımızı dinamitlemektedir. Sounman Hong ve Sun Hyong Kim’in sosyal medya ve politik kutuplaşmaya dair Political Polarization on Twitter: Implications For The Use of Social Media in Digital Governments başlıklı çalışması ilginçtir. Sosyal medyanın kişiselleştirilmiş, parçalı yapısına odaklanan makale; Twitter (X) gibi mecraların diyalog imkânını azaltmak yerine çoğalttığının, toplumsal kutuplaşmanın artmasına sebep olduğunun altını çizmektedir. Araştırma, “diğer tüm değişkenler sabit tutulduğunda, aşırı ideolojik pozisyonlara sahip politikacıların daha fazla Twitter takipçisine sahip olma eğiliminde olduğunu göstermektedir.”[9]
Sosyal medyanın ve arama motorlarının kişiselleştirilmesi, internette ötekini, bize benzemeyeni, bizden olmayanı ortadan kaldırır. Bu bir yankı odasını andırır. Sadece kendi sesimizi duyarız. Hoşumuza giden şeyler dışında hiçbir şey duymaz ve işitmeyiz. Böylece kamusal alan ortadan kalkar. Birbirinin sesine duyarsız, kulakları sadece kendi sesinin frekansına ayarlı birer sürü varlığına dönüşürüz. Toplumun ve toplumsallığın ortadan kalktığı bu ortamın kamusal bilince zarar vereceği açıktır. Toplum dediğimiz yapı farklı seslerin ahenkli bütünlüğünün ifadesidir. Görünen o ki, sosyal medya, harmoniye ve ahenge değil, anlaşmazlığa ve gürültüye hizmet etmektedir.
Dikkat çektiğimiz bu olumsuzluklar, bizleri kötümserliğe sevk etmemelidir. Çünkü; “mevcut hale dair iyimserlik ya da kötümserlik yanlıştır, doğru olan yeni bir silah edinmektir.”[10] Deleuze bu alıntıda bize daimî bir teyakkuz hali teklif ediyor. Mahremiyetimizin korunması için farkındalık oluşturacak her türlü teklifimizi daha yüksek bir sesle ifade etmek gerekmektedir.
Kaynakça
- Acton-Creighton Correspondence, erişim linki: https://oll.libertyfund.org/titles/acton-acton-creighton-correspondence#a_3436335
- Byung- Chul Han, Psikopolitika, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul, Metis Yayınları, 2020.
- Carissa Veliz, Privacy is Power, Bentam Press, 2020.
- Edwin Black, IBM And the Holocaust, Dialog Press, 2002.
- Gilles Deleuze, “Postscript on the Societies of Control”, October, Vol. 59, 1992.
- Global Digital Reports, Digital 2024: Turkey, Erişim Linki: https://datareportal.com/reports/digital-2024-turkey
- Hubert Dreyfus and Paul Rabinow, Michel Foucault. Beyond Structuralism and Hermeneutics, University of Chicago Press, 1982.
- Ian Hacking, Rewriting the Soul, Princeton, Princeton University Press, 1998.
- Laura Poitras, “Facebook is a gift to intelligence agencies”, The Washington Post, Erişim linki: https://www.washingtonpost.com/news/the-switch/wp/2014/10/23/snowden-filmmaker-laura-poitras-facebook-is-a-gift-to-intelligence-agencies/
- Sounman Hong & Sun Hyong Kim, “Political Polarization on Twitter: Implications For The Use of Social Media in Digital Governments”. Government Information Quarterly, Vol. 33(4), s. 777–782.
- Toplum Çalışmaları Enstitüsü, Toplum 2024 Toplumsal Eğilimler Araştırması, Erişim Linki: https://www.toplum.org.tr/wp-content/uploads/2024/10/Toplum-2024-Toplum-Calismalari-Enstitusu.pdf
Dipnotlar
[1] https://www.toplum.org.tr/wp-content/uploads/2024/10/Toplum-2024-Toplum-Calismalari-Enstitusu.pdf
[2] https://datareportal.com/reports/digital-2024-turkey
[3] Edwin Black, IBM And the Holocaust, Dialog Press, 2002, s. 22.
[4] Acton-Creighton Correspondence, erişim linki: https://oll.libertyfund.org/titles/acton-acton-creighton-correspondence#a_3436335
[5] Ian Hacking, Rewriting the Soul, Princeton, Princeton University Press, 1998, s. 70.
[6] Byung- Chul Han, Psikopolitika, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul, Metis Yayınları, 2020, s. 22.
[7] Hubert Dreyfus and Paul Rabinow, Michel Foucault. Beyond Structuralism and Hermeneutics, University of Chicago Press, 1982, s. 213.
[8] Carissa Veliz, Privacy is Power, Bentam Press, 2020, s. 26.
[9] Sounman Hong & Sun Hyong Kim, “Political Polarization on Twitter: Implications For The Use of Social Media in Digital Governments”. Government Information Quarterly, Vol. 33(4), s. 777–782.
[10] Gilles Deleuze, “Postscript on the Societies of Control”, October, Vol. 59, 1992, s. 4.