Son yıllarda bölgesel çatışmalar ve siyasi istikrarsızlıklar, Türkiye’yi milyonlarca sığınmacı ve göçmenin varış noktası haline getirdi. Dünya karalarının önemli bölümünü teşkil eden Asya, Avrupa ve Afrika’nın merkezinde yer alıp bu kıtaları birbirine bağlamasıyla övünmeyi pek sevdiğimiz jeopolitik konumumuzun katkı sağladığı bu durum; hem sebep ve sonuçlarıyla, hem de potansiyel çözümleriyle, çok katmanlı ve uluslararası bir konu.
Bu çerçevede Türkiye’nin “göç/göçmen/sığınmacı politikası”; teknik tabire takılmayıp hepimizin üzerinde hemfikir olacağı basit bir dille ifade edersek, “herkesin elini kolunu sallayarak sınırlarımızdan içeri girebilmesinin önünü açan politika/lar”, Orta Doğu’da istikrarın uzaklaşan bir hedef olması itibarıyla, tepkilerin odağında.
Bildiğimiz üzere, Türkiye’nin göç politikası, 2011’de Suriye’de başlayan iç savaşın ardından insani kaygılarla şekillendi, o dönemden bu yana “açık kapı politikası” benimsendi. Bu politika, uluslararası hukukta bahsi geçen bir kavram. Ölüm, savaş ve zulümden kaçanlara yönelik uygulanan “açık kapı politikası”, ülkenin sınırdaş olduğu ülkedeki insanların hayatlarını kurtarmak için rejimden ya da savaştan kaçmaları halinde kapıları onlara -kısa bir süre sonra geri dönecekleri varsayımıyla- açma politikasını ifade ediyor.
İdeal koşullarda, bir ülkenin kapılarını bir diğer ülkenin vatandaşlarına açtıran insaniyetperver tutum; dinsel, ahlaki, seküler nitelikte çeşitli motivasyonlara sırtını yaslamış bir insanlık görevi olarak görülebilir. Yahut “Osmanlı tebaasıyız, soydaşız, din kardeşiyiz” gibi tutumlar, kimilerine göre ancak ve ancak “bize yakışanı yapmak” olarak nitelendirilebilir. Peki koşullar ideal mi?
Türkiye’ye “insanlık adına kapılarınızı açın” diyenler, “Batı taraftaki sınırları sıkı tutmazsanız bu mali desteği vermeyiz” dediğinde; bir yanda sınırlar açık kalıp diğer tarafta sıkıca kitlendiğinde ve milyonlar Türkiye’ye yığıldığında; Türkiye’nin açık kapı politikası karşısında Avrupa “iteleme politikası” yürüttüğünde; küresel aktörlerin etkisiyle yaratılan, bitmek bilmeyen ve her geçen gün daha da harlanan bir bölgesel krizin yükü sadece komşu ülkelere yüklendiğinde; geri dönmesi gereken misafirler bir türlü gitmek bilmeyip akın akın gelmeye devam ettiğinde; sığınmacıları ilgilendiren sembolik küresel mutabakatlar imzalanıp son yüzyılın en büyük insani krizlerinden biri 6 milyar Avro’ya dışsallaştırıldığında, şartların ideal olduğunu söyleyebilir miyiz?
Üstelik sığınmacıların evimizin açık kapılarından içeriye girip istedikleri odaya istedikleri şekilde yerleşmelerinin önünün açıldığı bir açık kapı stratejisi izlenirken; vatandaşlarımızın alın teriyle eriştiği hizmetlere, sığınmacılar bir bedel ödemeksizin erişirken; bunun maliyetine de yine vatandaşımız katlanırken; misafirperverliğiyle ün salmış toplumumuz, “artık yeter” diyor.
Biz de, açık kapı politikası izlemek için ideal koşulların söz konusu olmadığı, istikrarlı ve sürdürülebilir iç ve dış politikaların tasarlanamadığı ve külliyen zarara dönüşmüş sığınmacılar konusu mevzu bahis olduğunda; gönül rahatlığıyla, “vatan mefhumu” ve “milli sınırlar”a dem vuruyoruz.
İnsani bir krize verilen insani bir kapıları açma refleksinin, vatan mefhumu ile milli sınırlara temas etmesi; bir gecelik mesele değil. Ülkemizde, devletin insan kılığına girip insani bir refleks göstermesi, 10-15 yıllık son dönemde bir küresel şampiyon yarattı. Mevcut açık kapı politikasının bir sonucu olarak; 2022 itibarıyla, Türkiye, dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumunda.[1] Sığınmacıların nüfus artış oranlarına bakılırsa, şampiyonluğun elimizden alınması kısa-orta vadede pek mümkün görünmüyor. Yeni bir insani kriz doğarsa, bunun bizim coğrafyamızda doğması pek muhtemel olduğundan, şampiyonluğumuzu, farkı daha da açarak pekiştirmemiz mümkün. Bu durum, hem fiili hem de potansiyel bir tehdit unsuru.
Bu yorumları yaparken esas aldığımız veriler, elbette farklı kurum ve kuruluşlarca farklı metotlarla derlendiği için yeknesak olmayabiliyor. Ayrıca veriler, sınırlarımızdan kayıt dışı girenleri içermediğinden, bu verilerin aslında en iyimser tahminler olduğunu söyleyebiliriz:
- Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) verilerine göre, ülkede yaklaşık 4 milyon sığınmacı yaşıyor. Bunların 3,6 milyonu Suriye’den gelenlerden oluşuyor. Ayrıca Afganistan, Irak, İran ve Filistin ile Afrika ülkelerinden gelen toplamda yüz binlerce kişi de Türkiye’de bulunuyor.[2]
- Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre, Türkiye, 10 şehirde kurulan 26 geçici barınma merkezinde yaklaşık 260 bin Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapılıyor. “İnsanların geçici barınma merkezleri dışında hayatlarını idame ettirmeleri” destekleniyor. Yaklaşık 3,6 milyon Suriyeli ise geçici barınma merkezleri dışında yaşıyor.[3]
- Barınma merkezleri dışında yaşayan sığınmacıların büyük bölümü büyük şehirlere yönelmiş durumda; İstanbul’da resmi rakamlara göre yarım milyondan fazla Suriyeli yaşıyor, ancak kayıtsız göçmenlerle birlikte bu sayının daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.
- Mültecilerin yoğun olduğu bölgelerde işsizlik ve ekonomik sıkıntılar daha belirgin hale geldi. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, Türkiye’deki mültecilerin %97’si kayıt dışı sektörde çalışıyor.[4] Bu durum, yerel iş gücü piyasasında haksız rekabete ve ücretlerin düşmesine neden oluyor. Del Carpio ve Wagner’in Dünya Bankası için hazırladığı raporda, Suriyeli mültecilerin Türk iş gücü piyasası üzerindeki etkisi incelenerek kayıt dışı istihdamın arttığı belirtiliyor.[5]
- Eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimde yaşanan sıkıntılar da toplumsal gerilimi artırıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın raporuna göre, okul çağındaki 1,1 milyon Suriyeli çocuğun yaklaşık %35’i eğitim sisteminin dışında kalıyor.[6]
- Sosyal uyum konusunda yaşanan zorluklar, kültürel farklılıklar ve dil engeliyle daha da derinleşiyor. Türkçe bilmeyen mültecilerin topluma entegrasyonu zorlaşıyor; bu da toplumda ötekileştirme ve ayrımcılığa yol açabiliyor [7].
- Göçmen kaynaklı güvenlik sorunlarının artacağı, vatandaşlar ve göçmenler arasındaki gerginliklerin ve çatışmaların tırmanacağı, göçmenlerin yasa dışı sektörlere dağılarak mafyalaşma ve ekonomik sorunlara yol açacağı öngörüsünde bulunuluyor, ki bu artık bir öngörü değil, fiili durumu yansıtan bir gerçeklik haline gelmiş durumda.[8]
Toplumun Sığınmacılara Bakışı
Bahse konu istatistikleri kağıttan okumayıp her gün bizzat deneyimleyen toplumumuz, gösterdiği üst düzey fedakarlığın ve sabrın son raddesine gelmiş durumda.
Toplum Çalışmaları Enstitüsü tarafından hazırlanan “Toplum 2024 Raporu”, toplumun sığınmacılara ve düzensiz göçmenlere yönelik tutumunu çarpıcı verilerle ortaya koyuyor.[9]
Toplumun yalnızca %5,7’si göçmenlerin, şu an olduğu gibi, Türkiye’de yaşamalarına izin verilmesini istiyor. %78,1’i “Hepsi geri gönderilmeli” derken, %16,2’si “Sadece nitelikli olanlar kalmalı, gerisi gönderilmeli” görüşünde. Bu durumda mevcut göçmen politikasını desteklemeyenlerin oranı %94,3’le rekor bir seviyede görünüyor.
Siyasi parti seçmenlerine göre dağılıma baktığımızda, iktidardaki AK Parti seçmenlerinin bile sadece %7’si göçmenlerin Türkiye’de kalmasını destekliyor. CHP seçmenlerinde bu oran %2’ye kadar düşüyor. İYİ Parti ve Zafer Partisi seçmenlerinin büyük çoğunluğu da göçmenlerin geri gönderilmesini istiyor.
Kadınlar arasında göçmenlerin gitmesini isteyenlerin oranı %96,8 ile en yüksek seviyede. Yaş grupları ve eğitim düzeyleri arasında da benzer bir eğilim görülüyor; tüm demografik gruplarda göçmenlerin geri gönderilmesi yönünde güçlü bir talep var.
Toplum 2024 Raporu’na göre, toplumun en büyük ortak politika önerisi “Göçmenlerin geri gönderilmesi”. CHP’nin Avrupa’da Türkiye’ye biçilen “göçmen tutucu” pozisyona karşı sesini yükseltmeye başlamasının altında da bu büyük toplumsal tepkinin yattığı düşünülüyor.
Sonuç Yerine
Türkiye’nin yol geçen hanına dönüşmesi sorunu, ülkemizin ve bölgenin geleceği için kritik bir eşikte duruyor. Hatalar yapıldı, ancak zararın neresinden dönülürse kârdır. Göç politikamız dinamik bir süreç içinde şekillenirken, riskleri en aza indirmek ve fırsatları değerlendirmek için kapsamlı ve sürdürülebilir stratejilere ihtiyaç var. Türkiye, bu sürecin yönetiminde tek başına sorumluluk almamalı; kendisine biçilen “göçmenistan” rolünü reddettiğini, bu yükün adil bir paylaşıma tabi olması gerektiğini uluslararası arenada daha yüksek sesle söylemeli. Bu çerçevede Avrupa Birliği ve diğer uluslararası aktörlerle daha etkin iş birliği ve sorumluluk paylaşımı şart. Bu alanda sürdürülebilir bir politika inşa etmek, ülkemizin elzem bir ihtiyacı.
Kaynakça
[1] https://www.bbc.com/turkce/articles/crgzrnqv0qzo. , Erişim Tarihi: 30.10.2024.
[2] UNHCR, “Turkey Fact Sheet”, 2021.
[3] https://www.goc.gov.tr/gecici-korumamiz-altindaki-suriyeliler , Erişim Tarihi: 30.10.2024.
[4] Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO). (2020). Türk İşgücü Piyasasında Suriyeli Mülteciler. ilo.org
[5] Del Carpio, X. V. ve Wagner, M. (2015). The Impact of Syrian Refugees on the Turkish Labor Market. Dünya Bankası.
[6] Uludağ, A. (2022). MEB raporu: Suriyeli çocukların yüzde 35’i okula gidemiyor. Deutsche Welle Türkçe.
[7] Erdoğan, M. M. (2018). Suriyeliler Barometresi 2017. Orion Kitabevi.
[8] Ertan B, Ertan K.A., “Türkiye’nin Göç Politikası”, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/435051 , Erişim Tarihi: 30.10.2024.
[9] Toplum Çalışmaları Enstitüsü. (2024). Toplum 2024 Raporu , https://www.toplum.org.tr/kategori/rapor/ , Erişim Tarihi: 30.10.2024.