Türkiye’de Kadınların İşgücüne Katılımı: Güncel Durumun Değerlendirmesi

İşgücüne katılım oranı, bir ekonomide çalışma çağındaki nüfusun istihdam edilen ve işsiz olarak tanımlanan bireylerden oluşan kısmının çalışabilir nüfusa oranıdır. Bu oran, işgücü piyasasının genel sağlığı, ekonominin potansiyel üretim kapasitesi, toplumsal demografik ve sosyal eğilimler ile uygulanan ekonomik politikaların etkinliği gibi kritik hususlarda değerli bilgiler sunmaktadır.

İşgücüne katılım oranı, bir ekonomide çalışma çağındaki nüfusun istihdam edilen ve işsiz olarak tanımlanan bireylerden oluşan kısmının çalışabilir nüfusa oranıdır. Bu oran, işgücü piyasasının genel sağlığı, ekonominin potansiyel üretim kapasitesi, toplumsal demografik ve sosyal eğilimler ile uygulanan ekonomik politikaların etkinliği gibi kritik hususlarda değerli bilgiler sunmaktadır. Kadınların işgücüne katılımı ise çağdaş ekonomilerde sürdürülebilir kalkınma ve refah düzeyinin artırılmasında hayati bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, kadınların işgücüne katılım oranı, hem ekonomik büyümenin itici gücü olarak işlev görmekte hem de toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında kilit bir rol oynamaktadır.

Kadınların işgücüne katılımının ülke ekonomilerine katkısını ve etkilerini çeşitli açılardan değerlendirmek mümkündür. İlk olarak, kadınların işgücüne katılımı, bir ekonominin mal ve hizmet üretimini artırarak ekonomik büyümeye doğrudan katkıda bulunmaktadır. Bu katılım, toplam işgücü arzını artırmakla kalmayıp, üretim kapasitesini genişleterek ekonomiyi daha dinamik ve rekabetçi hale getirir. Kadınların ekonomik faaliyetlere daha fazla katılması, ayrıca yenilikçiliği ve verimliliği teşvik ederek uzun vadede sürdürülebilir büyümenin temel taşlarından biri olabilmektedir.

Bunun yanı sıra, kadınların işgücüne katılım oranındaki artış, gelir dağılımında önemli iyileşmeler yaratabilir. Kadınların işgücü piyasasında yer alması, hanehalkı gelirlerini artırarak ekonomik refahın daha dengeli bir şekilde dağılmasına katkıda bulunur. Bu durum, genel olarak gelir eşitsizliklerini azaltma potansiyeline sahip olup, toplumun ekonomik yapısında daha adil ve kapsayıcı bir gelişime zemin hazırlar. Hane içi toplumsal cinsiyet dinamikleri açısından ise kadınların iş hayatında yer alması, onların karar alma süreçlerine daha fazla dahil olmalarını sağlarken, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden tanımlanmasına da katkıda bulunur. Kadınların ekonomik bağımsızlık kazanmaları, toplumsal cinsiyet normlarına meydan okuyarak kadınların toplumsal statülerini güçlendirir ve bu durum, aile içindeki güç dengelerini yeniden şekillendirebilir.

Bu çalışmada Türkiye’de kadınların işgücüne katılımına ilişkin mevcut durum eğitim düzeyi, medeni durum, yaş ve diğer demografik ve ekonomik değişkenler göz önünde bulundurularak nicel verilerle analiz edilmektedir. Bu analizle kadınların işgücü piyasasına katılımını sınırlayan engellerin belirlemnmesi ve bu engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik politika önerilerinin sunulması amaçlanmaktadır.

İstatistiklerle Türkiye’de Kadınların İşgücüne Katılımı

Türkiye’de 2023 yılında kadınların işgücüne katılım oranı %35,8, erkeklerin ise %71,2 olarak kaydedilmiştir (TÜİK, 2023). Aynı dönemde, OECD ülkeleri için bu oran kadınlarda ortalama %53 iken, Avrupa Birliği ülkeleri için %52’dir (Dünya Bankası, 2023). Bu veriler, Türkiye’de işgücüne katılım oranları arasındaki cinsiyete dayalı belirgin farkların altını çizmekle birlikte toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin işgücü piyasasında hala önemli bir sorun olduğuna işaret etmektedir (Şekil 1). Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranının, OECD ve Avrupa Birliği ülkeleri ortalamalarının da oldukça altında olduğunu söylemek mümkündür.

Şekil 1: Türkiye’de Yıllar İtibariyle İşgücüne Katılım Oranı

Kaynak: TÜİK verileri kullanılarak yazar tarafından oluşturulmuştur.

Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranının zaman içindeki seyri değerlendirildiğinde ise mevcut literatürde vurgulanan belirgin “U şekilli” örüntüyü takip ettiğini söylemek mümkündür. Buna göre katılım oranı bir dönem boyunca düşerken “dönüm noktası dönemi” olarak ifade edilebilecek bir noktadan sonra sürekli bir artış göstermektedir (Goldin, 1995). Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 1990’larda %30-35 düzeyinde seyreden kadınların işgücüne katılım oranı sürekli bir düşüş göstererek 2005 yılında %24 olarak kaydedilmiştir. 2005-2008 döneminde %24 civarında seyreden oran, 2009 yılında %26 düzeyine yükselmiş ve ilgili yıldan itibaren -pandemi etkisi olan 2020 dışında- günümüze kadar sürekli bir artış göstermiştir. Türkiye için de geçerli olan katılım oranındaki bu U şekli, kadınların kalkınma sürecinde ekonomik faaliyetlere katkı biçimlerinde meydana gelen değişimlerin bir yansımasıdır. Katılım oranındaki düşüş, kadınların işgücünün önemli bir bölümünü oluşturduğu tarım sektörünün ulusal üretim ve istihdamdaki rolünün azalması ve göreli düşük eğitim düzeyine sahip kadınlar için tarım dışı sektörlerdeki istihdam olanaklarının yetersiz kalmasıyla ilişkilidir. Öte yandan katılım oranındaki artış ise, eğitim düzeyinin yükselmesi ve doğurganlık oranlarının düşmesiyle birlikte kadınların tarım dışı sektörlerde işgücü piyasasına kademeli olarak geri dönüşlerini yansıtmaktadır (Tunalı ve diğerleri, 2021).

Eğitim

Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın ve erkeklerin eşit fırsatlara sahip olması, kendilerini her alanda özgürce gerçekleştirebilmeleri ve toplumun gelişimine eşit katkıda bulunmalarını ifade etmektedir. Tarih boyunca, eğitime katılımda tam bir eşitlik sağlanamamıştır. Özellikle kadınların eğitim imkanlarından yararlanma oranı daha düşüktür. Örneğin, Oxford Üniversitesi’nde eğitim 11. yüzyılda başlamışken, kadınların üniversiteye kabul edilmeleri 19. yüzyılda gerçekleşmiş ve mezun olabilmeleri ise ancak 1920 yılında mümkün olmuştur. Bugün, kadınların eğitime katılımı artsa da, okuryazarlık oranları hala erkeklere kıyasla daha düşüktür. Dünya genelinde erkeklerin %90’ı okuryazar iken, kadınlarda bu oran %83’tedir (Dünya Bankası, 2023). Özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu eşitsizlik daha belirgindir. Eğitime katılım ve devam etme oranları da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin boyutlarını ortaya koymaktadır. Erkek çocuklar genellikle çalışma hayatına katılmak için, kız çocuklar ise evlilik veya aile sorumlulukları nedeniyle eğitimlerini yarıda bırakmaktadır. Türkiye’de MEB 2019 verilerine göre, 5. sınıfı bitiren erkek çocukların %0,4’ü, kız çocukların ise %4,7’si okulu bırakmaktadır. Ortaöğretimde mesleki eğitime yönlendirilmede de toplumsal cinsiyet kalıpları belirleyicidir. Erkekler daha çok meslek edindiren bölümlere yönlendirilirken, kadınlar daha çok kültürel ve ev işlerine yönelik alanlara teşvik edilmektedir. Toplumsal cinsiyet kalıpları eğitimdeki meslek tercihlerini de etkilemektedir. Örneğin mühendislik fakültelerinden mezun olan erkeklerin oranı kadınlara göre çok daha yüksektir. Eğitim ve sağlık alanlarında ise kadınlar ağırlıktadır. Bu durum toplumsal cinsiyet rollerinin eğitim alanındaki yansımasını net bir şekilde göstermektedir.

Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranları eğitim düzeyine göre önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Şekil 2 ve 3’te görüldüğü gibi eğitim düzeyi arttıkça hem erkekler hem de kadınlar için işgücüne katılım oranları yükselirken, bu ilişki özellikle kadınlar için daha belirgin hale gelmektedir. Eğitim seviyesi işgücüne katılım üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Daha yüksek eğitim düzeyine sahip bireyler işgücüne katılma olasılığı açısından daha avantajlıdır. Kadınlar genellikle düşük eğitim seviyelerinde işgücüne katılım oranı bakımından erkeklere göre daha düşük performans göstermektedirler. Örneğin okuma yazma bilen ancak ilkokul veya daha yüksek bir eğitim düzeyine sahip olmayan erkeklerin işgücüne katılım oranı, aynı eğitim seviyesine sahip kadınlarınkinden yaklaşık üç kat daha fazladır. Bu durum eğitim düzeyinin işgücüne katılım üzerindeki etkisinin cinsiyete göre önemli ölçüde farklılık gösterdiğini ortaya koymaktadır.

Şekil 2: Türkiye’de Eğitim Durumuna Göre İşgücüne Katılım Oranı (Erkek)

Kaynak: TÜİK verileri kullanılarak yazar tarafından oluşturulmuştur.

Şekil 3: Türkiye’de Eğitim Durumuna Göre İşgücüne Katılım Oranı (Kadın)

Kaynak: TÜİK verileri kullanılarak yazar tarafından oluşturulmuştur.

Son verilerin alt kırılımları incelendiğinde, örneğin Hanehalkı İşgücü Araştırması (HIA) 2022 verilerine göre, okuryazar olmayan kadınların işgücüne katılma oranı %13,9 iken, yükseköğretim mezunu kadınların işgücüne katılma oranı %68,8’e ulaşmaktadır. Yüksek eğitim düzeyi, kadınların işgücü piyasasına girişini kolaylaştıran çeşitli avantajlar sunmaktadır. İlk olarak, eğitim, bireylerin bilgi ve beceri düzeyini artırarak işgücü piyasasında nitelikli işgücü arzının oluşmasını sağlamaktadır. Öte yandan, eğitimli bireyler, daha iyi iş fırsatlarına erişim sağlama konusunda daha donanımlıdırlar ve bu da işgücüne katılım oranlarını artırmaktadır. Örneğin lise mezunu kadınlar için işgücüne katılım oranı %36,1 iken mesleki veya teknik lise mezunu kadınlarda bu oran %43’e çıkmaktadır (HIA, 2022).

Eğitim aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin dönüştürülmesinde de önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye’de geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri kadınların işgücüne katılımını engelleyen önemli faktörlerden biridir. Ancak eğitim seviyesinin yükselmesi, kadınların bu rolleri sorgulamalarına ve daha geniş kariyer fırsatlarına yönelmelerine yardımcı olmaktadır.

Toplumsal Cinsiyet

Çalışma hayatında toplumsal cinsiyet eşitliği oldukça geniş ve çok boyutlu bir perspektiften ele alınması gereken bir meseledir. Literatürde genellikle işgücüne katılım oranları ön plana çıkarılsa da toplumsal cinsiyet eşitliği sadece bu oranlarla sınırlı kalmamakta kadınların çalıştığı sektörler, endüstriler, iş kollarının yapısı, aldıkları ücretler, sahip oldukları haklar, iş kalitesi gibi pek çok başlığı da kapsamaktadır.

Ancak çalışma hayatındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine değinmeden önce “çalışma” kavramının zaman içinde geçirdiği değişime yer vermek gerekmektedir. 20. yüzyılın başlarından itibaren sanayi sosyolojisinin gelişimiyle birlikte kadın emeği üzerine yapılan araştırmalar kadınları sanayi, hizmet ve tarım sektörlerinde ücret karşılığı çalışan bireyler olarak tanımlamaya odaklanmıştır. Bu yaklaşımın ve “çalışma” kavramının dar anlamda ele alınmasının arkasında birkaç temel neden bulunmaktadır. Öncelikle bu sosyolojik çalışmalar kadınların ev dışında ücretli işgücüne en yoğun şekilde katıldıkları sanayileşmiş ülkelerde yapılmıştır. Bunun yanı sıra, kadınların ev işleri, çocuk bakımı ve hane düzenlemeleri gibi ev içi sorumlulukları üstlenmeleri gerektiğine dair güçlü bir “aile ideolojisi”nin mevcut olduğunu söylemek mümkündür. Bu tür ev içi işler çalışma olarak değil, daha ziyade sorumluluk ve diğerkâmlık duygusuyla yerine getirilen görevler olarak algılanmaktadır.

Tarihsel bir perspektifle ele alındığında, Sanayi Devrimi öncesi dönemde “çalışma hayatı” kavramı günümüzde anladığımızdan oldukça farklı bir anlam taşımaktadır. Sanayi Devrimi öncesinde, üretim süreci makineleşmediği ve kitle üretimi yapılmadığı için, bireyin emeği cinsiyet temelli bir ayrışmaya tabi değildi ve piyasa içi ya da dışı olarak kategorize edilmemişti. Ancak Sanayi Devrimi ile birlikte üretim yapısı ve piyasa dinamiklerinin değiştiğini ve bireyin emeğinin ev ve piyasa için ayrıştırıldığını söylemek mümkündür. Bu süreçte “görünmeyen emek” olarak nitelendirilebilecek olan ev içi emek kadınlara, piyasa emeği ise erkeklere yüklenmeye başlanmıştır. Kadınların karşılıksız olarak üstlendikleri bu duygusal emek, sevgi, annelik, merhamet gibi duyguların bir ürünü olarak tanımlandığında, kapitalist sistemin devamlılığı için ne denli önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Sanayi Devrimi sonrası ise ev dışında çalışan ve para kazanan erkek karşısında kadınların karşılıksız emeği, her iki cinsiyetin toplumsal rollerinin belirlenmesinde kritik bir rol oynamıştır. Çalışma kavramı, büyük ölçüde ev dışında gerçekleştirilen faaliyetlerle özdeşleştirilmiştir (Özkaplan, 2009).

İkinci Dünya Savaşı öncesinde dünya genelinde kadın emeği büyük ölçüde ev, çocuk ve yaşlı bakımı ile ilişkilendirilmiş ve piyasa dışında bırakılmıştır. Sanayi Devrimi’nden İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen süre zarfında, kadınların temel görevinin ev işleri ve çocuk bakımı olduğu düşüncesi baskın olmuştur. İşgücü piyasası ve çalışma hayatına dair kararlar bireysel olarak kadınlar tarafından değil, hanehalkı tarafından kolektif olarak alınmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kadınlar “rezerv işgücü” olarak devreye girmiş ve zamanla işgücü piyasasını terk etmeyi reddetmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte, ev içi karşılıksız emek ve ücretli emek ayrımı yapılmış olsa da pratikte bu ayrımı net bir şekilde yapmak mümkün değildir. Günümüzde kadınlar için sıkça kullanılan “çifte mesai” ve “üçlü mesai” kavramları bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. “Çifte mesai” ve “üçlü mesai” kavramları kadınların işgücü piyasasında karşılaştıkları ek yükleri tanımlamak için kullanılan terimlerdir. Çifte mesai bir kadının mesai saatleri içinde profesyonel olarak çalışmasının ardından eve döndüğünde ev işleri ile ilgilenmesini ifade etmektedir. Kadınlar işten sonra veya “boş zamanlarında” ev temizliği, yemek yapma, çamaşır yıkama gibi görevleri üstlenmektedirler. Üçlü mesai ise çifte mesainin ötesinde, çalışan ve çocuk sahibi olan kadınlar için kullanılmaktadır. Bu kavram kadının işten sonra ev işlerinin yanı sıra çocuk bakımı gibi ek sorumlulukları da üstlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu durumda kadınlar profesyonel işlerinin yanı sıra hem ev işleriyle hem de çocuklarının bakım ve eğitimleriyle ilgilenmektedir. Bu durum çoğunlukla erkekler tarafından deneyimlenmediği için toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, Şekil 4’te görüldüğü gibi kadınların ev işleriyle meşgul olmaları nedeniyle işgücüne katılmama oranlarında bir azalma eğilimi gözlemlense de, erkeklerde benzer bir şekilde ev işleri nedeniyle işgücü piyasasına girmeme durumunun bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Şekil 4: Ev İşleri Nedeniyle İşgücüne Katılmayan Kadın/Erkek Oranları

Kaynak: TÜİK verileri kullanılarak yazar tarafından oluşturulmuştur.

Çalışma kavramının gelişimini kısaca inceledikten sonra günümüzde ücretli çalışan kadınların işgücü piyasasındaki konumundan bahsetmek gerekmektedir. Her endüstride, tarımdan sanayiye, hizmet sektöründen kendi hesabına çalışan veya işveren konumundaki iş kollarına kadar, kadınlar genellikle daha küçük ölçeklerde, daha düşük verimle çalışmakta ve terfi etmekte zorluk çekmektedirler. Ayrıca kadınların daha çok kayıt dışı sektörde veya yarı zamanlı işlerde istihdam edildiği, bu nedenle sosyal güvenceden yoksun oldukları görülmektedir (Öztürk ve Başar, 2018). Özellikle tarım sektöründe kadın işgücü yoğunlaşmış olup bu alandaki işler genellikle düşük ücretli ve güvencesizdir. Ayrıca tarım sektöründeki çözülmeye bağlı olarak özellikle son 30 yılda yaşanılan köyden kente göç, kırda işgücüne dahil olan kadınların kente geldiğinde işgücüne dahil olamamasına ve sadece bakım emeği veren kişi konumuna gelmesine neden olmuştur. Kadınların üzerindeki bu yükün annelerden kız çocuklarına devredilmesi de sıkça gözlenmektedir. Bugün yoksul olan erişkin bireylerin yaşadıkları hanelerde ve mahallelerde/semtlerde, çocukların eğitimi ve sağlığı için ne kadar harcama yapılabildiği, beslenme durumları da dahil olmak üzere bu çocukların fiziksel, duygusal ve bilişsel gelişimlerinin niteliği, yaşanan haneye ve mekana özgü kısıtların ne ölçüde aşıldığı veya bunların ne ölçüde bağlayıcı olduğu, ebeveynlerin çocuklarına transfer edecek bir servetlerinin bulunup bulunmadığı vb. konular, nesiller-arası hareketsizlikleri merkezi biçimde belirlemektedir. Halihazırda birbirleriyle etkileşmekte olan gelir hareketsizliği, servet hareketsizliği, eğitim hareketsizliği ve sağlık hareketsizliği mevcut formel ve enformel sosyal politika çerçeveleri içinde, kent yoksulluğunun bugünden geleceğe nasıl evrildiğini belirlemektedir. Örneğin sağlık sorunları yaşadığı için okul bitiremeyen, okul bitiremediği için düzenli gelirden mahrum kalan, düzenli gelirden mahrum kaldığı için servet biriktiremeyen bir hanenin, tüm bu nedenlerle sosyal dışlamaya maruz kalsın veya kalmasın, içinde bulunduğu yoksulluk ve yoksunluk durumlarını, maddi olmayan unsurlarıyla birlikte, yeterli beslenemeyen ve okulda başarısız olan çocuklarına devredebileceği unutulmamalıdır. Benzer şekilde kız çocuklarının sistematik olarak eğitime erişememesi/eğitimden yoksun bırakılması ve bakım emeğinin temel üstlenicisi olması da hane içinde anneden kız çocuklarına aktarılmakta ve özellikle kadınlar açısından nesiller arası hareketsizlik yaratan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan, yapabilirlikleri sınırlandıran eşitsizliklerin ve hareketsizliklerin nerede olduğu tespit edilerek, yoksulluk döngülerinin kırılması için, insanları maddi olan ve olmayan yoksunluklardan kurtaracak aktif sosyal politika reformlarının geliştirilmesi gereklidir (Dedeoğlu, 2000).

Demografik Faktörler

Türkiye’de kadınların işgücüne katılımı, demografik faktörler tarafından önemli ölçüde şekillendirilmektedir. Bu faktörler, yaş, medeni durum ve çocuk sayısı gibi çeşitli unsurları içermektedir. Türkiye’de kadınların işgücüne katılımı, yaşa bağlı olarak çok belirgin bir örüntü izlemese de, küresel olarak yaygınlaşan “M” şeklinde bir eğilimle karakterize edilmektedir. Bu eğilim, kadınların iş hayatına aktif katılımıyla başlar; ardından, çoğunlukla en verimli yaşlarında, evlilik ve çocuk bakımı nedeniyle işten ayrılmalarını içermektedir. Çocukların büyümesiyle birlikte, kadınlar işgücüne geri dönüşü “M” örüntüsünün üçüncü aşamasını oluşturmaktadır. Son olarak, kariyerlerine geri dönen bu kadınlar, emeklilikle iş yaşamından tamamen çekilmektedirler (Biçerli ve Özer, 2003). Bu döngü ise kadınların kariyer gelişiminde ve maaş artışlarında dezavantajlı duruma düşmesine yol açmaktadır.

Kadınların işgücüne katılımını etkileyen en önemli faktörlerden biri, medeni durumlarıdır. Toplumsal cinsiyet rolleri konusundaki köklü ve yerleşik normlar, kadınların evlendikten sonra iş yaşamı, ev içi sorumluluklar ve çocuk bakımı arasında bir denge kurmalarını neredeyse zorunlu kılmaktadır. Bu normlar, kadınların evlendikten sonra işgücüne katılımını olumsuz etkileyebilir ve evli kadınların işgücüne katılım oranının evli olmayan kadınlara göre daha düşük olabileceği sonucunu doğurabilir. Öte yandan, evlilik durumu, kadınların iş hayatına katılımını sadece çocuk sahibi olduklarında değil, çocuk sahibi olmasalar bile etkileyebilmektedir (Dayıoğlu ve Kırdar 2010, Kılıç ve Öztürk 2014). Bu durum, toplumsal normların kadınlardan ev içi rolleri üstlenmelerini beklemesiyle açıklanabilir. Özellikle çocuk sahibi olma durumu ve çocukların sayısı ile yaşı, kadınların işgücüne katılım kararlarını önemli ölçüde etkilemektedir.

2016 Aile Yapısı Araştırması’na göre, 0-5 yaş aralığındaki çocukların gündüz bakımı Türkiye’deki hanelerin %86’sında anneler tarafından üstlenilmektedir. Bu durum kadının işgücüne katılımını sınırlayan en önemli faktörlerden biridir. Annelerden sonra çocuk bakımı görevini üstlenenler arasında %7,4 ile anneanneler veya babaanneler yer almaktadır. Kreş veya anaokulunda sağlanan bakım oranı ise sadece %2,8 iken, bakıcı tarafından sağlanan bakım oranı %1,5 olarak tespit edilmiştir. Bu veriler Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranının düşük olmasının ardında yatan temel nedenlerden birinin evde bakılması gereken küçük yaştaki çocuklar olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca bu durum kadınların işgücüne katılımında büyük bir engel oluşturmakta ve cinsiyet eşitliğini sağlamada önemli bir zorluk teşkil etmektedir. Kadınların çocuk bakımı sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmaları, onların iş hayatındaki potansiyellerini sınırlamakta ve ekonomik bağımsızlıklarını kazanma süreçlerini yavaşlatmaktadır.

Değerlendirme ve Politika Önerileri

Dünya Ekonomik Forumu (WEF) tarafından 2006 yılından bu yana düzenli olarak yayımlanan Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nun 2023 yılı sonuçları incelendiğinde Türkiye’nin, bu raporda 146 ülke arasında 129. sırada yer aldığı görülmektedir. Bu düşük sıralama, ülkedeki toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki ciddi sorunları gözler önüne sermektedir. Türkiye’de kadınların işgücüne katılımını sınırlayan birçok faktör bulunmaktadır. Yasal düzenlemeler, toplumun sosyokültürel yapısı, cam tavan olgusu, bölgesel farklılıklar ve kır-kent ayrımı gibi unsurlar, kadınların iş hayatına entegrasyonunu zorlaştıran temel etmenler arasında yer almaktadır. Bu çerçevede Türkiye’de kadınların işgücüne katılımını artırmak için kapsamlı ve çok yönlü politika önerilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda atılacak ilk ve en önemli adımlardan biri, kadınların işgücü piyasasında rekabet edebilirliklerini artırmak için kapsamlı eğitim ve beceri geliştirme programlarının hayata geçirilmesidir. Kadınların işgücüne katılımını desteklemek için mesleki eğitim ve sertifika programlarının yaygınlaştırılması gerekmektedir. Özellikle teknoloji, mühendislik ve finans gibi sektörlerde kadınların temsilini artıracak nitelikte eğitim fırsatları sunulması, kadınların bu alanlarda etkin bir şekilde yer alabilmeleri açısından büyük önem taşımaktadır.

Bir diğer kritik adım, kadınların bakım emeği konusunda karşı karşıya kaldıkları eşitsizlikleri gidermeye yönelik politikalar geliştirmektir. Bu doğrultuda, uzun vadede toplumsal cinsiyet algısında köklü bir dönüşüm yaratacak stratejiler oluşturulurken, kısa vadede kadınların üzerindeki bakım yükünü hafifletmek amacıyla esnek çalışma modelleri ve yaygın kreş ile çocuk bakım hizmetlerinin sağlanması gerekmektedir. Kadınların işgücüne katılımını teşvik etmek amacıyla toplumda cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratacak medya kampanyalarının düzenlenmesi de son derece önemlidir. Bu kampanyalar, kadınların iş hayatında aktif rol almasını destekleyen güçlü ve etkili mesajlar içermelidir. Bununla birlikte, iş yerinde cinsiyet ayrımcılığına karşı daha sert yasal düzenlemeler getirilmesi, bu durumları etkin bir şekilde denetleyecek mekanizmaların oluşturulması gereklidir. Yasal düzenlemelerin caydırıcılığı, iş yerlerindeki ayrımcılığın azaltılmasında kritik bir rol oynamaktadır.

Son olarak, mevcut düzenlemelerin ötesinde, işverenlere kadın istihdamını teşvik eden mali destekler sağlanması önemlidir. Bu destekler, kadınların işgücüne katılımını artırmaya yönelik uygulamaları teşvik edecek ve işverenlerin bu konuda daha duyarlı olmalarını sağlayacaktır. Ayrıca, özellikle yönetim kademelerinde kadın temsilini artırmak amacıyla cinsiyet kotası gibi düzenlemelerin hayata geçirilmesi, iş dünyasında cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yönelik kalıcı ve olumlu etkiler yaratacaktır. Bu tür politikalar, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sadece bir hedef olarak kalmasını değil, aynı zamanda somut sonuçlar doğurmasını sağlayacaktır.

Kaynaklar

Dayıoğlu, M. & Kırdar, M.G. (2010). Determinants of and trends in labor force participation of women in Turkey, World Bank Group. United States of America. Retrieved from https://coilink.org/20.500.12592/khhprq

Dedeoğlu, S. (2000). Toplumsal cinsiyet rolleri açısından Türkiye’de aile ve kadın emeği. Toplum ve Bilim, 86(3), 139-170.

Goldin, C. (1995) ‘‘The U-Shaped Female Labor Force Function in Economic Development and Economic History”. In: Schultz TP (Ed.) Investment in Women’s Human Capital and Economic Development. University of Chicago Press, Chicago, 61-90.

Kılıç, D., & Öztürk, S. (2014). Türkiye’de kadınların işgücüne katılımı önündeki engeller ve çözüm yolları: Bir ampirik uygulama. Amme İdaresi Dergisi47(1), 107-130.

Özer, M., & Biçerli, K. (2003). Türkiye’de kadın işgücünün panel veri analizi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 3(1), 55-85.

Özkaplan, N. (2009). Duygusal emek ve kadın işi/erkek işi. Çalışma ve Toplum2(21), 15-24.

Öztürk, S., & Başar, D. (2018). Türkiye’de kadınların işgücü piyasasına yönelik tercihleri: Kayıt dışı sektör özelinde bir analiz. Sosyal Güvenlik Dergisi8(2), 41-58.

Tunalı, İ., Kırdar, M. G., & Dayıoğlu, M. (2021). Down and up the “U”–A synthetic cohort (panel) analysis of female labor force participation in Turkey, 1988–2013. World Development146, 105609.